26 Mart 2010 Cuma

Marx'a Göre Hegel'de Diyalektik

Marx'ın Hegel tartışması onun ideoloji teorisini anlamak için büyük önemdedir. Birincisi bu tartışma Marx'ın idealizm ve apoloji** arasında can alıcı bağlantı olarak gördüklerini vurgular. Ikincisi, Marx Hegel'in felsefesini düşüncenin felsefi biçiminin paradigması olarak aldığından, bu eleştiri, Marx'ın görüşüne göre, bir düşünce biçimi olarak felsefenin neden doğal olarak eleştirel olmadığını göstermek üzere tasarlanmıştır. Üçüncüsü, Marx, Hegel'in teorileştirme tarzının ona ya da genel olarak filozoflara özgü olmayıp diğer yazarlar tarafından da paylaşıldığını düşünür. Böylece Marx'ın Hegel eleştirisi, onun diğer yazarları, özellikle klasik ekonomistleri eleştirisi için bir model olmuştur.
I

Hegel'in izleyicileri onun felsefesinin pek çok yönü tarafından şaşkınlığa uğratılmıştır. Bizim görüş açımızdan en önemlisi onun 'devrimci' yöntemi ile 'tutucu' vargıları arasındaki görünür uyumsuzluktur. Hegel'in diyalektik yöntemi, diğer şeyler yanında, dünyada hiçbir şeyin kalıcı olmadığını, her yaşam ve düşünce biçiminin içsel çelişkilerle sürüldüğünü (ridden), tarihin Geist'in ilerleyici kendini gerçekleştirmesinin öyküsü olduğunu ve bilinç biçimlerinin ve yaşam tarzlarının yerlerinin periyodik olarak Geist'in rasyonel doğasına daha az uygunsuz olanlar tarafından alındığını belirtir. Hegel'in yönteminin temel ana fikri devrimciyken, doktrinleri hemen hemen değişmez şekilde tutucudur. Örneğin Hegel'e göre Hıristiyanlık dinin mümkün olan en yüksek biçimidir ve daha yüksek bir din gelecekte ortaya çıkmayacaktır; Reformasyon Hıristiyanlığın en yüksek aşamasını temsil eder ve daha yüksek hiçbir aşama asla görülmeyecektir. Hegel'in kendi felsefesi insan ve dünya arasındaki en doyurucu uzlaşmayı temsil eder ve bu konuda onun emsali yoktur; ondokuzuncu yüzyıl Prusya'sında gelişmekte olduğu biçimiyle anayasal monarşi, küçük kurumsal değişikliklerden sonra, devletin en rasyonel biçimini temsil eder; ve bu böyle gider.
Çelişki, Hegel'in gerçekten Geist'in en sonunda kendini gerçekleştirmesinin tümüyle rasyonel ve yeterli biçimlerini keşfettiği ve modern toplumsal, politik, dinsel ve diğer kurumların insan kurumlarının olabileceği kadar iyi olduğu görüşünde olduğu ileri sürülerek elbette kolaylıkla çözülebilir. Sol Hegelciler ve hatta bazı sağ Hegelciler Hegel'in gerçekten tarihin her nasılsa onun çağında sonuna geldiği ve onun çağının mükemmelleşmenin zirvesini temsil ettiği görüşünde olabileceğine inanmakta güçlük çekmişlerdir.
Böylece onlar, Hegel'in vargılarının felsefesinin genel ana fikriyle açıkça uyuşmamasından, bunun nedenlerinin, onun dışında aranması gerektiğini hissetmişlerdir. Rosenkranz bir filozof olarak Hegel ile bir insanoğlu olarak Hegel'i ayırmış ve çağdaş Alman toplumu için Hegel'in taraflılığının anlaşılabilir bir insan kusuru olduğunu önermiştir. Sol Hegelciler daha az bağışlayıcıdır. Onlara göre Hegel yerleşik otoriteyi yatıştırmak, profesyonel mesleğini ilerletmek üzere ya da tutucu politik eğilimlerinden dolayı kasıtlı olarak tutucu vargılara ulaşmıştır. Böylece onlar 'içrek' Hegel'le 'dışrak' Hegel'i ayırmışlar ve onun kasıtlı olarak devrimci mesajını gizlediğini ve onu daha elverişli koşullar altında dile getirmeyi öğrencilerine bıraktığını ileri sürmüşlerdir.[1]
Marx bu ve diğer açıklamalarla tatmin olmamıştı. Marx'ın görüşüne göre büyük bir filozofun tutarsızlıkları filozofun kişisel düşünceleri ve mesleki çıkarları gibi olumsal etkenler cinsinden yeterince açıklanamaz ve düşüncesinin temel yapısına kadar izlenmelidir. Marx şöyle der:[2]
Yine Hegel ile ilgili olarak, onun sisteminin şu ya da bu belirlenimini onun uzlaştırma isteği ve benzerleriyle … açıklamaları yalnızca öğrencilerinin ihmalidir. Bir filozofun bir tür uzlaştırma yoluyla şu ya da bu görünür tutarsızlığa düşmesi tamamen düşünülebilir niteliktedir; kendisi bunun bilincinde olabilir. Fakat bilincinde olmadığı şey bu görünür uzlaşmanın ilkesinin kendisinin yetersizliğinin ya da yetersiz bir formülasyonunun en derininden kaynaklandığıdır. Dolayısıyla bir filozofun gerçekten de kendini uzlaştırmış olduğunu varsayalım, bu durumda öğrencileri onun kendisi için kendisinin bir dışrak bilinç biçimine sahip olmasını onun iç özsel bilinciyle açıklamalıdırlar. Bu şekilde, vicdanın ilerlemesi olarak görülen aynı zamanda bilginin ilerlemesidir. Filozofun özel vicdanına hiçbir şüphe kondurulmaz fakat onun esas bilinç biçimi yorumlanır, belirli bir biçime ve anlama yükseltilir ve bu şekilde aynı zamanda aşılır.
Marx Hegel'in sistemini incelemiş ve yöntemi ve vargıları arasında olduğu ileri sürülen çelişkinin gerçekte var olmadığı sonucuna varmıştır. Marx'ın görüşüne göre Hegel'in yöntemi hiçbir biçimde Sağ ve Sol Hegelcilerin düşündüğü gibi devrimci olmayıp aşırı şekilde tutucuydu. Diyalektik, ilke olarak, devrimci bir yöntemdi fakat Hegel'in tanımladığı biçimiyle değil. Marx 'tümüyle negatif ve eleştirel görünüşüne karşın' Hegel'in diyalektiğinin onun doktrinlerinin 'bir öz, bir potansiyel, bir giz olarak eleştirel-olmayan pozitivizmini' içerdiğini gözlemiştir.[3] Marx için Hegel onu kendi idealizmi çerçevesinde oluşturduğu ve tanımladığı için bu böyleydi. Ve Hegel'in idealizmi doğal olarak eleştirel olmadığı ve pozitivist olduğu için diyalektik de öyleydi. Böylece Marx Hegel idealizminin nasıl doğal olarak pozitivist olduğunu ve diyalektik yönteminin karakterini nasıl hadım ettiğini göstermek için onun ayrıntılı bir çözümlemesini gerçekleştirmiştir.
II
Marx'ın anladığı şekliyle, Hegel, dünyanın genel bir teorisini sağlamayı amaçlar. Hegel için dünya, ilk bakışta, şu ya da bu şekilde doğanın ve insanın var olması ve insanlık tarihinin bu şekilde olması için hiçbir açık neden olmaması anlamında garip ve şaşırtıcıdır. Böylece, Hegel doğal olarak rasyonel olan ve her şeyin nedenini bilmek isteyen insan zihninin kendini dünyaya yabancılaşmış hissettiğini ileri sürer. Onun görüşüne göre rasyonel düşüncenin en yüksek biçimini temsil eden felsefe yalnızca dünyanın ve içinde gerçekleşen olayların zorunluluğunu gösterme yeteneğinde olan genel bir teori geliştirerek insan aklının temel istemlerini karşılayabilir.
Marx için Hegel bir idealisttir. Hegel deneyim dünyasında tikel varlıkların gerçek olmadıklarına ve 'hiçbir gerçek varlığa' sahip olmadıklarına inanır. Çözümlendiklerinde onların evrensel niteliklerin ya da Hegel'in tümeller olarak adlandırdıklarının cisimleşmesinden daha fazla bir şey olmadıkları ortaya çıkar. Tümeller duyu nesneleri değillerdir, fakat düşüncenin ürünleri, 'düşünce nesneleri' ya da 'fikirlerdir'. Böylece Hegel düşüncenin ya da fikrin sonal gerçeklik olduğuna karar verir. Ileri sürdüğü gibi 'Sonlunun ideal olduğu önermesi' idealizmi oluşturur. Hegel devam eder: 'Her felsefe özünde bir idealizmdir ya da en azından ilkesi için idealizme sahiptir, bu durumda sorun bu ilkenin ne kadar işlendiğidir'.[4] Marx, diğer idealizm biçimleri gibi, Hegel'in idealizminin, onun 'tümellerin realizmi' olarak adlandırdığını içerdiğini ve fikirlere 'bağımsız varoluş' atfetttiğini gözler.
Marx, bir idealist olarak Hegel'in tikel varlıklarda ortak olarak paylaşılan genel özellikleri soyutlamakla uğraştığını ileri sürer.[5] Hegel özgül bir varlık sınıfı alır, onların ortak olarak paylaştığı özellikleri soyutlar ve çözümler, ve söz konusu varlık sınıfının kavramı olarak adlandırdığına ulaşır. Benzer olarak diğer varlık sınıflarını çözümler ve onların ortak özelliklerini onların kavramlarında içerir. Hep birlikte tüm deneyim alanını kapsayan çok geniş kavramlar dizisine ulaşan Hegel onları daha da çözümler. Hegel onların ortak olarak paylaştığı özellikleri soyutlar, ilerleyerek daha dar olanları daha genel kavramların içine yerleştirir, ve kavramların geri kalanının örtük olarak içerildiği en genel kavrama ulaşır. O böylesi bir genel kavramı Mutlak Ide, Ide ya da yalnızca Kavram olarak adlandırır.
Marx devam eder; öncellerinin çoğundan farklı olarak Hegel değişme gerçeğini ciddiye alır ve onu açıklamayı amaçlar. Hegel, eşlik eden bütün güçlükleriyle birlikte düalist bir sisteme sahip olacağından hareketin kaynağını Kavramın dışına uyumlu olarak yerleştiremez. Dolayısıyla Hegel hareketi Kavramın kendisinin içine yerleştirir ve Kavramın kendinden hareketli olduğunu ileri sürer; yani Hegel sonal gerçekliği töz olarak değil fakat kendinden hareketli Özne ya da Tin olarak yorumlar. Marx'a göre, Hegel'in Kavramı ya da Geist'i Spinoza'nın Töz'ü ile Fichte'nin Ego'sunun birleşimini temsil eder. Hegel statik ve iç farklılaşmadan yoksun olduğu için Spinoza'nın Töz'ünden tatmin olmaz; ve tümüyle tinsel olduğu ve doğayı dışladığı için Fichte'nin Ego'sunu ya da Öz-Bilincini eleştirir. Hegel'in Geist'i onların kavrayışlarını birleştirir ve sınırlamalarından kaçınır.[6]
Geist kavramına ve mantıksal olarak ilişkili ayrıntılı bir kategoriler çerçevesine ulaşan Hegel iki yönlü bir amaçla deneyim dünyasına döner. Birincisi Geist soyuttur ya da tümüyle düşüncel niteliktedir ve içerik ya da somut varoluş verilmelidir. Ve ikincisi, Hegel tüm girişimini esinlendiren sorulara yanıt vermeyi ve dünyanın rasyonelliğini göstermeyi amaçlar. Marx'ın görüşüne göre Hegel'in iki amacı çakışır ve aynı yönü işaret eder. Geist'e dünyasal bir içerik vermek dünyanın rasyonel olduğunu göstermektir; Geist'in içsel bir zorunluluk sonucu belli bir içeriği gerektirdiğini göstermek söz konusu içeriğin rasyonel olarak zorunlu olduğunu göstermektir. Geist'in kendini dünyada yarattığını ve gerçekleştirdiğini öne sürerek Hegel hem dünyayı açıklar hem de Geist'e bir içerik verir.
Hegel'in dünyayı açıklaması yalnızca Geist'in gelişmesini izlemekten ibarettir. Geist kendini doğada 'dışsallaştırır' ve 'cisimlendirir' ve insanda zirveye ulaşan giderek daha yüksek formlar oluşturur. Hegel'in doğa değerlendirmesi saf dışsallık olan ve çekme ve itme ile hareket eden madde ile başlar, bireyleştirilen, kendi merkezli, içsel olarak kendinde farklılaşan ve biçim ve içeriğin ayrılmaz bir birliğini temsil eden canlı organizmalarla devam eder, ve insanın ortaya çıkışı ile son bulur. Tarih içinde Hegel benzer olarak toplumsal yaşamın ilkel biçimleriyle başlar, ve onları kendini gerçekleştirme araçları olarak yetersiz bulan Geist'in nasıl rasyonel doğasını tümüyle cisimlendiren modern çağa ulaşana kadar giderek daha yüksek toplumsal yaşam biçimleri oluşturmaya devam ettiğini gösterir. Marx, Hegel'in dünya değerlendirmesinin dört temel ilkeye dayandığını düşünür görünmektedir. Birincisi, var olan her şey, arızi özelliklerinden arındırıldığında, Geist'in kendini gerçekleştirmeye doğru ilerleyişinde zorunlu bir uğraktır. Ikincisi, her bilinç biçimi ya da yaşam tarzı ilgili tarihsel aşamada mümkün en yüksek rasyonalite düzeyini temsil eder. Üçüncüsü, her şey -varlık, bilinç ve toplumsal yaşam biçimleri- hem sonlu ve hem de sonsuzun bir aracı olduğundan bir iç çelişki içerir ve eninde sonunda sona ermelidir. Dördüncüsü, dünyanın gelişimi Geist'in ontolojik gereksinmelerine karşılık gelir ve mantıksal bir örüntü izler.
Böylece, Marx için Hegel'in felsefesi iki aşamada oluşturulmuştur. Hegel ilk önce tümelleri 'soyutlar' ve ilerleyerek Kavrama 'çıkar'. Ikinci olarak, ilerleyerek dünyaya 'iner' ve hem dünyayı açıklar ve hem de tümellere bir dünyevi gerçeklik verir. Marx'ın görüşüne göre Hegel'in Mantık'ı, araştırmasının ilk aşamasını ve doğa, devlet ve tarih felsefeleri ikincisini nasıl yürüttüğünü gösterir. Marx, Hegel'in iki aşamasını dikkate değer üç paragrafta özetler. Bu paragraflar Hegel'i açıkça karikatürize eder, fakat Marx'ın Hegel'in felsefi yönteminin temel yapısı hakkında ne düşündüğünü oldukça açık bir şekilde ortaya koyar.[7]
Eğer ben gerçek elmalardan, armutlardan, çileklerden ve bademlerden genel 'Meyve' fikrini oluşturursam, eğer daha ileri gider ve gerçek meyveden türetilen benim soyut 'Meyve' fikrimin benim dışımda var olan bir varlık olduğunu, armudun, elmanın, vs.’nin gerçekten gerçek özü olduğunu düşünürsem, bu durumda spekülatif felsefenin dilinde -'Meyve'nin armudun, elmanın, bademin, vs.'nin 'Tözü' olduğunu bildiriyorum demektir. Dolayısıyla, bir armut olmanın armut için zorunlu olmadığını, bir elma olmanın elma için zorunlu olmadığını; bu şeyler için zorunlu olanın onların duyularla algılanabilir gerçek varoluşu değil, fakat onlardan soyutladığım ve onlara yamadığım fikrimin özü -'Meyve' olduğunu söylüyorum. Böylece ben elmaları, armutları, bademleri, vs.'yi yalnızca 'Meyve'nin modileri, varoluş biçimleri olarak bildiriyorum.
Eğer elmalar, armutlar, bademler ve çilekler gerçekten 'Töz'den, 'Meyve'den başka bir şey değilse şu soru ortaya çıkar: Neden 'Meyve' kendini bana bazen bir elma, bazen bir armut, bazen bir badem olarak gösteriyor? Bu kadar açıkça spekülatif Birlik, 'Töz', 'Meyve' kavramımla çelişen, çeşitlilik görünüşü neden?
Spekülatif filozof yanıtlar: bunun nedeni 'Meyve'nin ölü, ayrımlaşmamış, hareketsiz değil fakat canlı, kendi kendini ayrımlaştıran, hareketli bir öz olmasıdır. Sıradan meyvelerin çeşitliliği yalnızca benim duyusal anlayışım için değil aynı zamanda 'Meyve'nin kendisi ve spekülatif akıl için de önemlidir. Farklı sıradan meyveler 'bir Meyve'nin yaşamının değişik görünümleridir; bunlar 'Meyve'nin kendisinin kristalleşmeleridir. Böylece 'Meyve' kendine elmada elma benzeri bir varoluş, armutta armut benzeri bir varoluş kazandırır. Böylece biz daha fazla, birinin Tözün bakış açısından söyleyebileceği gibi bir armudun 'Meyve' olduğunu, bir elmanın 'Meyve' olduğunu, bir bademin 'Meyve' olduğunu söylememeliyiz, tersine 'Meyve'nin kendini bir armut olarak gösterdiğini, 'Meyve'nin kendini bir elma olarak gösterdiğini, 'Meyve'nin kendini bir badem olarak gösterdiğini söylemeliyiz; ve elmaları, armutları ve bademleri birbirinden ayıran farklar 'Meyve'nin özfarklılaşmalarıdır ve tikel meyveleri 'Meyve'nin yaşam sürecinin farklı üyeleri yapar. Böylece 'Meyve' boş farklılaşmamış bir birlik değildir; bir ‘organik olarak bağlı üyeler serisi’oluşturan, tümlük olarak, meyvelerin 'bütünlüğü' olarak birliktir. Bu serinin her üyesinde 'Meyve' kendine daha gelişmiş, daha açık bir varoluş kazandırır.
III
Marx, Hegel'in felsefesini tümüyle başarısız bulur. Marx'ın Hegel felsefesi hakkındaki eleştirilerini izlemek kolay değildir, bunlar ayrıca her zaman açıkça ifade edilmiş de değillerdir. Temel olarak bu eleştiriler üç tanedir. Birincisi, Hegel'in kavramsal realizmi savunulamaz bir doktrindir. Ikincisi, Hegel'in felsefi yöntemi temelden yanlıştır ve söz verilen sonuçları verememektedir. Ve üçüncüsü, Hegel'in idealizmi ideolojik ya da apolojetik niteliktedir. Bizim tartışmamızla en çok son eleştiri ilgili olduğundan onun üzerinde yoğunlaşacağız.
Marx, Hegel'in kavramsal realizmini tümü açıkça ifade edilmemiş, savunulmamış ya da inandırıcı olmayan çeşitli zeminlerde reddeder. Marx'ın görüşüne göre tümeller tikel varlıkların 'genel betimlemesinin yüklemleridirler'.[8] Tümeller tikel varlıklardan bağımsız olarak var olmazlar ve var olamazlar. Deneyimden bütün varoluşun 'belirli' olduğunu, yani yalnızca tikel varlıkların var olduğunu, ve kendi kendine var olan ya da kendi bağımsız dünyalarında bulunan niteliklerle karşılaşmadığımızı biliyoruz. Tümeller denilenler soyutlandıkları belirli varlıkların niteliklerinden daha fazla bir şey değillerdir. Onlar yalnızca soyutlamalar ya da 'düşünce nesneleridirler', ve tanım gereği bağımsız ve özerk bir varoluşa sahip olamazlar. Dolayısıyla, tümelleri bağımsız özneler olarak değerlendirmeyi gerektireceğinden tikel varlıkların tümelleri 'cisimlendirdiğini' söylemek yanlıştır. Dahası, Hegel'in kavramsal realizmi düşüncenin gerçek olduğu fakat düşünen insanın gerçek olmadığı ya da her durumda, düşüncenin düşünenden daha gerçek olduğu şeklinde paradoksal bir sonuca yol açar.
Marx, Hegel'in tümelleri tikel varlıklarla ilişkili özneler olarak değerlendirmesine rağmen, görüşünü tutarlı olarak savunamadığını ileri sürer. Hegel onların bağımsız özneler olamayacaklarının farkındadır, ve böylece onların taşıyıcısı olarak Geist'i ya da Mutlak Tini ya da Bilinci ortaya koyar. Marx şöyle der:[9]
Kesin olarak Hegel gerçek ens (özne) yerine genel betimlemenin yüklemlerinden başladığından, ve ne var ki, bu niteliklerin bir taşıyıcısı olması gerektiğinden, gizemsel düşünce bu taşıyıcı olur.
Ancak Hegel yalnızca tümeller bir özneyi gereksindiklerinden ortaya koymaya zorlandığı Geist'in varlığını kanıtlamamıştır ve kanıtlayamaz. Diğer bir deyişle, Hegel basitçe Geist'in var olduğunu varsayar, ve böylece onun bütün sistemi bir 'dogma'ya, yalnızca kendini bir zorluktan kurtarmak için ortaya koyduğu varsayımsal bir özneye dayanır.
Yine, Hegel, kendisi için yalnızca tümeller gerçek olduğundan, ve tikel varlıklar tümellerin çeşitli birleşimlerinden başka bir şey olmadıklarından, bir varlığın bir diğerinden nasıl ayrıldığını açıklayamaz. Hegel bireyleşme ilkesinden yoksundur ve tümelden tikele geçiş yapamaz. Marx Hegel'in organizma kategorisini alır. Marx'ın görüşüne göre, devleti parçalarının tümü birbiriyle yakından bağlantılı bir organizma olarak değerlendirmesi Hegel'in 'büyük' bir sezgisidir.[10] Artık Hegel yalnızca devleti değil fakat hayvanları, insanları ve diğer çeşitli varlıkları da organizma olarak değerlendirir. Marx bir organizma olarak devletin diğer organizmalardan nasıl ayrıldığını bilmek ister. Belirttiği gibi, 'aynı ifade aynı doğrulukla politik organizma hakkında olduğu gibi hayvan hakkında dile getirilebilir. O zaman, hayvan organizması politik olandan neyle ayrılır?'[11] Marx'ın görüşüne göre yalnızca genel organizma fikriyle ilgilendiği ve 'özgül politik oluşum fikrini' geliştirmediği için Hegel'in hiçbir yanıtı yoktur. Hegel bütün organizmaların ortak olarak paylaştığı biçimsel özellikleri soyutlamış ve organizma kavramını formüle etmiştir. Doğası gereği böylesi bir kavram, devletin özgüllüğünü ya da ayırıcı organik özelliklerini yakalamak için çok genel ve soyuttur. Bir varlığın 'özgül' doğasını değerlendiremeyen Hegel'in yöntemi yüzünden, 'Birinin genel organizma fikrinden özgül devlet ya da politik oluşum fikrine geçebileceği hiçbir köprü kurulmamıştır ve hiçbir zaman böyle bir köprü kurulamaz'.[12]
Marx, politik organizmanın özgül doğasını bireyleştirmek için, Hegel'in devletin doğasını çözümlemiş, çeşitli kurumları arasındaki özgül karşılıklı bağımlılık biçimlerini incelemiş ve devletin organik birliğinin ayırıcı karakterini açığa çıkarmış olması gerektiğini ileri sürer. Bütün organizmaların paylaştığı minimal ortak özellikleri soyutlayarak ve genel olarak organizma fikrini formüle ederek, Hegel farklı organizma türlerinin özgüllüğünü açıklamayı kendisi için olanaksız kılmıştır. Marx'ın görüşüne göre Hegel'in organizma kavramı için doğru olan diğer kavramları için de doğrudur. Hegel için '"Kendi için varlığı" açıklamak üzere atomun ya da kişiliğin örnek gösterilmesi ya da güneş sisteminin, cinsel aşkın manyetizmasının çekime bir örnek olarak verilmesi farketmez'.[13] Hegel bütün bunların 'tümüyle farklı şeyler olduğunu ve onların belirlenimlerini oluşturanın tam bu olduğunu' görmez. Marx için Hegel'in idealizmi bireyleşmeyi değil yalnızca an'laşmayı açıklayabilir, ve bir kurumun, bir bilinç biçiminin, bir yaşam tarzının ya da bir tarihsel dönemin bireyliğini ele alacak donanıma doğallıkla sahip değildir. Marx'ın belirttiği gibi, Hegel'in felsefesinde tarihsel kurumlar ve yaşam tarzları 'özgül karakterleriyle kavranmadıklarından anlaşılmaz' olarak kalırlar.[14]
Marx'ın görüşüne göre Hegel'in kavramsal realizmi daha ileri zorluklar da çıkarır. Gördüğümüz gibi, Hegel ilkin bir soyut mantıksal kategoriler kümesi geliştirdikten sonra onlara içerik ya da dünyevi varoluş vermiştir. Marx, Hegel'in bunu neden yapmak istediğini anlayamaz. Eğer Hegel idealizminin savunduğu gibi fikirsel olan tek başına gerçekse, tümeller halihazırda gerçektirler ve dünyevi bir cisimlenmeyi gereksinmezler. Dahası, sonlu 'hiçbir gerçek varlığa' sahip değildir ve tanım gereği içinde cisimleşen tümellere gerçeklik veremez.[15] Marx için Hegel'in tüm girişimi kendi içinde çelişkilidir. Yine, Marx, Hegel'in kendisinin kabul ettiği gibi, kavramsal biçimler kendilerinde soyut olduklarından ve içeriği gereksindiklerinden, Hegel'in ilkin biçim ve içeriğin birliğini parçalaması, biçimi soyutlaması ve sonra içeriğiyle yeniden birleştirmesi için herhangi bir neden olmadığını ileri sürer. Hegel'in kendi ifadesine göre biçim ve içerik ayrılamaz ve birbirinden ayrık durumda anlaşılamaz. Dolayısıyla biçimi soyutlamak, onu kendi kendisiyle çözümlemek, onu içeriğine yüklemek ve bunu içeriğin bir açıklaması olarak adlandırmak yanlıştır. Marx der ki, 'Hegel içerik ve biçimi, kendinde varlığı ve kendi için varlığı ayırır ve sonrakini dışsal olarak biçimsel bir öğe olarak ortaya koyar… Kendinde varlık ile kendi için varlığın ayrılması soyut gizemciliktir'.[16]
Marx'ın görüşüne göre idealist biçim ve içerik ayrımı, başlangıçta biçimin soyutlanması ve ardından ilgili içeriğe yüklenmesi, Hegel'in zorluklarının çoğunun kaynağıdır. Hegel dünyaya soyut bir kategoriler kümesi ile yaklaşır. Hegel'in derdi, deneyimin sınırları içindeki her şeyin onlardan birinin ya da daha çoğunun altında sınıflandırılabileceğini göstermek, ya da aynı anlama gelmek üzere, onlardan birinin ya da daha çoğunun dünyevi bir gerçekleşmesi olduğunun gösterilebileceğini göstermektir. Hegel ampirik dünyanın farklı yönlerinin hemen hemen yüzeysel bir çözümlemesini kullanarak onları kategorilerine güzelce uydukları bir noktaya getirir. Marx, Hegel'in ampirik gerçekliği incelemediğini söylemez. Bazı durumlarda Hegel dünyayı küçük ayrıntılarıyla inceler, diğer durumlarda incelemez. Ancak bunu yaptığı zaman bile, onun derdi ilgili kategorinin altında sınıflandırabilmek için konusunu çözümlemektir. Dolayısıyla Hegel'in çözümlemesinin kategorilerinden biri için 'ampirik bir var olan bulmak' biçiminde önceden belirlenmiş bir amacı vardır. Marx şöyle der: Hegel[17]
düşüncesini nesneden geliştirmez, fakat nesneyi halihazırda soyut mantık küresinde oluşturulmuş ve belirlenmiş … önceden hazır olan bir düşünceye uygun olarak açıklar. Nesnelerin ruhu … gerçekte yalnızca görünüş olan cisminden önce hazırdır, kaderi önceden belirlenmiştir.
Hegel esasen bir biçimde konusunu mantıksal kategorilerinden birinin altında sınıflandırmakla ilgilenmiştir; konusunun mantıksal kategorisine en büyük zorlukla ve yalnızca önemli bir çarpıtmadan sonra uyması onu fazla rahatsız etmez. Marx 'konunun mantığının değil fakat mantık konusunun' Hegel'in en önemli derdi olduğunu söyler. Bundan dolayı Hegel'in mantıksal kategorileri 'hiçbir biçimde gerçekten doğru toplumsal gerçekliğe olgunlaşmaz'. Onlar halihazırda belirlenmiştir ve onlara uyması beklenen ve gereken dünyadır. Sonsuzcasına karmaşık dünya Hegel'in kategorilerine kolaylıkla uymaz. Ve böylece Hegel dünyanın parçalarını olumsal ya da 'arızi' olarak değerlendirip ele almaz, 'konusuyla kavga eder', ve çoğu kez dünyanın yanıltıcı bir değerlendirmesini yapar.[18]
Dahası, Hegel konusunu eleştirel olarak incelemediğinden fakat neredeyse 'tümüyle olduğu gibi' kabul ettiğinden ve onu uygun kategorilerin altında sınıflandırdığından kategoriler kaba içerikle dolarlar.[19] Hegel tanıdık bir deneyimi ya da kurumu alır ve ona yeni bir felsefi biçim ve anlam verir, fakat onun gerçek doğasını ve yapısını çözümlemek için çok az şey yapar. Marx'ın belirttiği gibi, Hegel'de pek çok 'cisimsel dönüşme' vardır fakat fazla çözümleme yoktur. Hegel'in çözümlemesi, biçimde şık ve göz kamaştırıcı fakat içerikte fakir ve yüzeyseldir. Örneğin, Yunan şehir devletlerini çözümlemesi sırasında Hegel Geist'in gelişiminin farklılaşmayı gerektirdiğini ve Yunan devletlerinin bunu sağlayamadığından batmak zorunda olduklarını söylemiştir. Marx, Hegel'in Yunan toplumsal ve ekonomik yaşamını çözümlemediğini, ne onun içsel çelişkilerini açıkladığını, ne de kimin kişisel hakları istediğini ve farklılaşma hareketine öncülük ettiğini gösterdiğini ileri sürer. Hegel yalnızca Yunan şehir devletlerine felsefi bir örüntü ve amaç yüklemiş ve bunun otomatik olarak onların tarihsel gelişiminin bir açıklamasını sunduğunu düşünmüştür. Dolayısıyla, Hegel, Yunan şehir devletlerinin çöküşünün zorunluluğunu kanıtladığını iddia ettiği zaman, zorunluluk 'yine daha az eleştirel olarak kurulan onların kendi özlerinden çıkarılmadığından', fakat yalnızca soyut felsefi düzeyde ileri sürüldüğünden samimiyetsizdir.[20] Son çözümlemede, der Marx, Hegel onların çöküşünü açıklamaz; yalnızca ona 'felsefi bir belge' verir.[21]
Böylece, Marx'ın görüşüne göre, Hegel'in tüm felsefi yöntemi kökünden yanlıştır ve onun dünyanın ve içinde olan olayların rasyonelliğini gösterdiği iddiası felsefi bir 'hile'ye dayanır. Gördüğümüz gibi, Hegel hemen hemen ayrıntılarıyla ve farklı titizlik derecelerinde çalıştığı ampirik dünya ile başlar, başlayamaz fakat başlar. Hegel ampirik dünyanın temel özelliklerini soyutlar, mantıksal olarak geçerli olduğunu düşündüğü yöntemlerle onları ilişkilendirir ve Kavramı formüle eder. Sonra ampirik dünyayı Kavramdan çıkarsar. Yazılarında, Hegel ilk adımı, yani Kavrama ulaştığı adımı gizler ve yalnızca ikinci adımı, yani Kavramdan dünyayı çıkarsadığı adımı sunar. Dolayısıyla onun felsefesi dünyayı daha yüksek bir gerçeklikten çıkarsıyor görünür, ve 'gizemli ve derin bir şey' deyişinin 'derin gizemli etkisini' yaratır.[22] Gerçek gerçekte dolaylı ve dolambaçlı bir tarzda olmakla birlikte dünya yalnızca kendisinden çıkarsanır, ve dolayısıyla dünyaya yalnızca aşkın bir temel dışında şöyle ya da böyle hiçbir temel verilmez. Hegel'in dünya açıklaması denilen hiçbir biçimde bir açıklama değildir fakat yalnızca bir 'başka sözcüklerle dile getirme'dir, açıklananın farklı ve gizemleştirici bir dille yinelenmesidir.
Hegel’in felsefi yöntemi dünyayı açıklamak yerine gizemleştirir. Hegel dünyayı Kavramdan çıkarsadığından, Kavram dünyanın yalnızca bir yüklemi olduğunun öznesi olur. Dolayısıyla Hegel sürekli olarak özne ve yüklem arasındaki ilişkiyi tersine çevirmeye ve gerçekliği gizemleştirmeye zorlanır. Örneğin Hegel monarşik olarak örgütlenmiş bir devlette son sözü kralın söylediğine dikkat eder. O bu ampirik gerçeği soyutlar, bir kavram haline dönüştürür, ve kralın son söz, son belirleme ya da egemenlik kavramının son ifadesi ve gerçekleşmesi olduğunu ileri sürer. Benzer olarak, kişiliğin bir kişinin karakteristiği ve bir öznenin öznelliği olduğunu söylemek yerine, Hegel, kişinin kişiliğin varoluşunun biçimi ve öznenin öznelliğin kendini gerçekleştirmesi olduğunu söylemeye yönelir. Yine Hegel her bağımsız devletin egemenliğe sahip olduğuna dikkat eder. O bu özelliği soyutlar, onu bir tümel olarak adlandırır ve devletin egemenlik kavramının cisimleşmesi olduğunu söyler. Özne ile yüklem arasındaki ilişkiyi sürekli tersine çevirerek Hegel dünyayı hayali varlıklarla doldurmaya zorlanır.[23]
Marx’ın Hegel’in felsefi yöntemine en kuvvetli itirazı bu yöntemin statükonun pozitivist onaylanmasına yol açmasıdır. Hegel için insanlık tarihinin tamamı Geist’in kendini gerçekleştirmesinin öyküsüdür. Dolayısıyla Hegel’in tarihte olan her şeyin ‘Ide’nin bir cisimleşmesi’ ve ‘Geist’in bir aracı’ olduğunu ileri sürmesi gerekir. Kuşkusuz, eninde sonunda onun yeri alınacaktır; ancak sürdükçe, Hegel için o, zamanının en yüksek rasyonalite düzeyini temsil eder. Idealizmi nedeniyle, Hegel değişimleri oldukları gibi eleştirmeksizin kabul etmeye ve onların hepsinin rasyonel olduğunu ileri sürmeye zorlanır. Hegel belli bir yaşam biçiminin ya da toplumsal kurumun tümüyle irrasyonel ve herhangi bir tarihsel önemden yoksun olabileceğini ileri süremez. Marx şöyle der:[24]
Bunun kaçınılmaz sonucu, bir ampirik var olanın eleştirilmeksizin fikrin gerçek doğruluğu olarak kabul edilmesidir; sorun ampirik varoluşu doğruluğuna getirmek sorunu değil, fakat doğruluğu ampirik varoluşa getirmek sorunu olduğundan, elde kalan fikrin gerçek bir öğesi olarak açıklanır.
Böylece, Marx’a göre, idealizmi, Hegel’in var olan her şeyi yüceltmesini gerektirir. Tanım gereği idealizmi Hegel’in var olanı yüceltmesini gerektirir. Hegel için çağdaş toplumsal, dinsel, politik ve diğer kurumlar Geist’in kendini gerçekleştirmesinde zorunlu bir aşamayı temsil ederler ve rasyoneldirler. Onların yeri eninde sonunda alınabilir, fakat onlar sürdükçe eleştirinin ötesindedirler. Ancak, Hegel bununla tatmin olmaz. Gördüğümüz gibi, o daha ileri gider ve çağdaş kurumların yalnızca rasyonel olmakla kalmayıp aynı zamanda Geist’in mükemmel gerçekleşmesini temsil ettiklerini ve tarihin sonunu gösterdiklerini de ileri sürer. Hegel çağdaş toplumu doğrulamakla kalmayıp tanrılaştırır.
Marx, idealizmi Hegel’in yalnızca tarihte bugünkü aşamanın öncellerinden daha yüksek olduğunu söylemesini gerektirdiğinden ve gerçekte buna izin verdiğinden, fakat bugünkü aşamanın en yüksek mümkün aşama olduğunu söylemesini gerektirmediğinden ve gerçekte izin vermediğinden, Hegel’in bugünü tanrılaştırmasının açıklamasının onun idealizminde yatamayacağını düşünür görünmektedir. Marx için Hegel’in eleştirel-olmayan pozitivizminin açıklaması onun eleştirel-olmayan idealizminde bulunmalıdır. Hegel’in idealizmi yalnızca tüm idealizme özgü hatalardan değil aynı zamanda eleştirel-olmayan Geist görüşünden kaynaklanan ek hatalardan da muzdariptir.
Hegel için Geist rasyonel niteliktedir. Geist’in ilerleyerek tarih içinde kendini gerçekleştirdiğini söylemekle Hegel tarihin Aklın giderek daha yüksek bir gerçekleşmesini temsil ettiğini söylemeye niyetlenir. Hegel için Akıl ‘tanrısal’ niteliktedir. Dediği gibi, tanrısal akıl ve insan aklı aklın iki farklı biçimi değildir; yalnızca insan aklının içinde yer aldığı tanrısal akıl vardır. Hiç kuşkusuz, Akıl insanda kendi bilincine varır, ancak o bir insan yeteneği değildir. Akıl insan tutkuları üzerinden çalışır fakat hiçbir biçimde onlardan etkilenmez; onun insan gereksinmelerine boyun eğmeyen ve hiçbir şekilde insan gereksinmeleri tarafından değiştirilmeyen kendi amaçları vardır. Marx Hegel’in tanrısal aklı tanımlama tarzını inceler. Hegel açıkça tanrısal zihnin gizine sahip değildir. Böylece Hegel Tanrı’ya ayrıcalıklı bir erişim dışında bir temel üzerinde tanrısal Aklı yorumlamalı ve ona içerik vermelidir. Son çözümlemede, Hegel yalnızca kendine dayanarak tanrısal Aklı yorumlayabilirdi. Marx, Hegel’in tanrılaştırdığı kurumlar incelendiğinde onların tümünün Hegel’in kendi toplumunun parçaları olduğunun bulunacağını ileri sürer. Hegel felsefeyi yüceltti ve kendisi bir filozoftu; Hıristiyanlığı yüceltti ve Hıristiyanlık onun kendi diniydi; Protestanlığı yüceltti ve kendisi bir Protestandı; anayasal monarşiyi destekledi ve bir anayasal monarşi halihazırda Almanya’da gelişmekteydi. Hegel’in ve Tanrı’nın görüşleri arasındaki uyum yalnızca bir rastlantı olamayacak kadar çarpıcıdır.
Marx, diğer durumda tanrısal Akıl istenen tarihsel değerlendirme ölçütünü sağlayamayacağından Hegel’in tanrısal Akla bir içerik vermek zorunda olduğunu ileri sürer. Hegel içeriği yalnızca belli bir yaşam tarzından çıkarabilirdi, ve bu yaşam tarzı Hegel’in kabul ettiği ve rasyonalite standartlarını savunabileceği bir yaşam tarzı olmalıydı. Açıkça, Hegel tanrısal Aklı kabul etmediği terimlerle tanımlayamazdı. Şaşırtıcı olmayan bir biçimde, beğendiği ve kabul ettiği kendi toplumuna döndü. Marx, Hegel’in Akıl standardını nasıl çıkardığı görüşünde açık değildir. Farklı zamanlarda Marx onu Hegel’in tarihsel dönemine, toplumuna ve sınıfına kadar izler. Genellikle, Marx, Hegel’in onu toplumundan çıkardığını düşünüyor görünür. Hegel tikel varlıkların ortak özelliklerini soyutladığında ve kendi kendine yeten bir tümeller dünyası kurduğunda toplumunun üyelerinin aklını soyutladı ve aşkın bir ilkeye dönüştürdü. Hegel, geri kalanlarımız gibi, rasyonalite değerlerini ve standartlarını içine çektiği ve inandırıcı ve gerçekte apaçık bulduğu toplumu tarafından derin olarak biçimlendirilmişti. Marx, Hegel’in bazı çağdaş pratik ve kurumları eleştirdiği doğrudur, der. Ancak, Marx’ın görüşüne göre, Hegel bunu onların çoğunda içkin olan rasyonalite standardı temelinde yapar. Kısaca, Hegel’in Akıl görüşü toplumunda egemen olanın idealize edilmiş bir uyarlamasıydı. Hegel bilmeden özgül bir tarihsel dönemdeki özgül bir toplumun özgül bir sınıfının üyelerinin aklını tanrısal Akıl statüsüne ‘yükseltti’. Ya da, aynı anlama gelmek üzere, tanrısal Aklı bir ondokuzuncu yüzyıl Alman burjuvasının toplumsal ve tarihsel olarak sınırlı aklının sınırlı boyutlarına indirgedi.
Böylece Hegel’in Akıl görüşü gerçekte çağdaş akıl görüşünün idealleştirilmesiydi. Hegel önceki tarihsel dönemleri böylesi tarafgir bir standartla değerlendirmiş ve beklenen kendisininkine yaklaştıkça onların daha yüksek oldukları vargısına ulaşmıştır. Hegel kendi çağını nihayetinde ondan çıkarılan bir standartla değerlendirdiği için kendi çağının Aklın mümkün en yüksek gerçekleşmesini temsil ettiği ve ‘mutlak rasyonel doğruluğu’ oluşturduğu açık vargısına ulaşmıştır. Böylece Hegel için, modern tekeşli aile aileyi örgütlemenin tümüyle rasyonel tek biçimiydi; modern burjuva mülkiyet kurumu mülkiyetin en yüksek biçimiydi ve yoksulluk yaşamın üzücü ancak kaçınılamaz bir gerçeğiydi; modern devlet devletin ‘temel yapısını’ temsil ediyordu; ve bu böyle devam eder. Hatta o gerçekten de sivil toplum ve devlet, ve bencil özel birey ve iyiliksever yurttaş arasındakiler gibi şanssız güncel düalizmleri tümüyle rasyonel ve insani duruma içkin olarak sunmuştur.[25]
Hegel için, kendi çağı en başından beri tarihin nihai sonu olarak varsayıldığından, tarih kendi çağında sona ermiştir. Hegel'in rasyonalite standardı bugünün eleştirel-olmayan kabulünden çıkarıldığından hem bugünü eleştiremiyordu, hem de geçmiş çağları kendi terimleriyle nesnel olarak anlayamıyordu. Hegel için geçmiş yalnızca bugüne bir atlama taşıydı; bugün tarihin sonunu gösteriyordu; ve gelecek yalnızca bugünün sonsuz bir devamıydı. Bütün ideologlar gibi Hegel geçmiş ve geleceği aşağılamış ve bugünü ölümsüzleştirmiştir.
Marx, Hegel'in Akıl görüşünün onun eleştirel-olmayan idealizmi üzerinde temellendiği ve onun tarafından biçimlendirildiği için, Sol Hegelcilerin ileri sürdüğü gibi 'negatif', 'eleştirel' ve 'devrimci' bir ilke olmadığını ve hiçbir zaman olamayacağını; onun doğal olarak pozitivist olduğunu, eleştirel olmadığını ve tutucu olduğunu ileri sürer. O insanı dünya ile uzlaştırmak ve perişan durumuna bir öfke duygusu uyandırmamak üzere tasarlanmıştı.[26] Hegel Aklı tutucu ve haklı çıkarıcı bir biçimde değerlendirdiğinden, tutucu ve eleştirel-olmayan bir eleştiri görüşüne sahip olmuştur. Hegel için eleştirinin amacı makul olmayanı ve kötülüğü açığa çıkarmak değil, her yaşam biçiminde doğal olarak bulunduğu varsayılan rasyonaliteyi meydana çıkarmaktı.[27] Dolayısıyla Hegel'in eleştirisi yürürlükteki yaşam tarzına değil fakat ondan şikayet edenlerin ileri sürülen yanlış anlamasına yönelmişti. Idealizmi yüzünden Hegel dünyayı değiştirmekle değil fakat yalnızca onu yeniden yorumlamakla uğraştı. Marx'ın görüşüne göre Hegel'in idealist ve pozitivist Akıl kavrayışı doğal olarak onun gerçek bir eleştiri kavramı geliştirmesine izin vermedi.[28]
IV
Marx, Hegel'in eleştirel-olmayan idealizminin diyalektik yöntemini son derece zayıflattığını ileri sürer. Marx'ın görüşüne göre Sol Hegelciler diyalektiğin var olanın rasyonelliğini kabul ederken aynı zamanda onun sınırlamalarını ve eninde sonunda yerinin alınmasını tanıması anlamında ilke olarak devrimci bir yöntem olduğunu vurgulamakta haklıydılar. Ancak, diyalektiğin Hegel'in elinde eleştirel-olmayan ve pozitivist bir yöntem haline geldiğini göremeyerek yanılıyorlardı. Marx, devam ederek, Hegel'in eleştirel olmayan idealizminin hem onun diyalektiğin doğası ve kapsamı görüşüne ve hem de karşıtlık, dolayımlama ve olumsuzlamanın olumsuzlanması gibi can alıcı yapısal kavramlarına nasıl nüfuz ettiğini gösterir.
Marx görünür sertliğine rağmen Hegel'in diyalektiğinin özünde ürkek olduğunu ileri sürer. Hegel çatışmanın yaratıcı rolünü vurgulamakla ve ona ontolojik bir statü de vermekle birlikte onu temelde tutucu ve dinginci olarak değerlendirir. Hegel çatışmaya sınırlı bir rol atfeder ve onu her zaman çözülebilecek şekilde tanımlar. Hegel'in toplumu 'kavgaya susamıştır fakat gerçek bir kavgada yer alamayacak kadar çürüklerden korkar'.[29] Marx'ın görüşüne göre, idealizmi, Hegel'in çatışmanın tam diyalektiğini geliştirmesine izin vermez. Bir idealist olarak Hegel bütün varlıkları Mutlak Ide'ye indirger. Dolayısıyla çatışmanın iki düşman varlık arasında olmayıp Ide'nin iki uğrağı arasında olması, Tinin asla gerçek bir düşman varlıkla karşılaşmadan kendisinin ürettiği karşıtlıklardan kolayca geçmesiyle sonuçlanır. Marx'ın görüşüne göre bu, Hegel'in, Marx için tarihteki diyalektiğin temeli olan insan ile doğa arasındaki çatışmayı çözümlemesinde açıkça görülür. Hegel doğayı bilince indirgediğinden, çatışma yalnızca bilinçte gerçekleşir. Dolayısıyla o son derece uysal bir görüngüdür ve gerçek bir antagonizmadan yoksundur. Marx'a göre Hegel'in hemen hemen bütün çelişkileri için de durum budur. Çatışan varlıklardan biri diğerine indirgenir ve bağımsızlığı ve kimliği elinden alınır. Böylece o layık olduğu yere gelemez ve gerçek bir kavgaya tutuşamaz. Hegel'in diyalektiği idealizmi tarafından hadım edilmiştir ve devrimci bir potansiyelden yoksundur. Böylece Marx'ın arayışı onun 'rasyonel çekirdeği'dir ve kabulü bir bütün olarak Hegel'in diyalektik yöntemi değil fakat yalnızca onun 'rasyonel' özüdür.
Marx Hegel'in diyalektiğinin gelecekçi perspektiften yoksunluğundan da rahatsızdır. Hegel için felsefe esasen var olduğu ve geliştiği biçimiyle dünyanın zorunluluğunu göstermekle ve dünyayı insan zihnine kabul ettirmekle uğraşır. Dolayısıyla felsefe, bugün bilginin mutlak ufkunu oluşturmak üzere, tümüyle geçmiş ve bugünle ilgilidir. Hegel, kuşkusuz, Amerika'nın dünya tininin gelecekteki merkezi olabileceğini söylediğinde olduğu gibi, dünyanın gelişiminin gelecekteki yönü hakkında çeşitli yorumlarda bulunmuştur. Ancak bunlar arıziydi ve onun genel perspektifiyle tümüyle bütünleşmemişti. Böylece, Hegel'in diyalektik yöntemi geleceği öngörmekle donanmamış yalnızca açıklayıcı bir araç olarak kalmıştır.
Marx felsefenin doğasını ve rolünü çok farklı değerlendirmiştir. O felsefeyi entellektüel mastürbasyonun bir biçimi olarak reddetmeden önce bile, düşünce ve eylemin birliğinde ısrar etmiş, ve aklın tam örneği olan felsefenin irrasyonel dünya ile karşılaştığında kendi iç mantığıyla onu hem yorumlamaya hem de değiştirmeye zorlandığını ileri sürmüştür. Kuşkusuz, dünya, ütopyacı yazarların tarzında soyut olarak ve tarihsel-olmayan biçimde tasarlanmayan, fakat organik olarak bugünden kaynaklanan bir gelecek kavrayışı olmadan değiştirilemez. Marx için diyalektik yönelimli bir toplum çalışması bize hem bugünü anlama ve hem de bugünde örtük olarak bulunan eğilimleri açığa çıkararak geleceği öngörme olanağını vermelidir. Marx'ın görüşüne göre gelecekçi perspektif diyalektik yönteme içkindir ve Hegel onu ihmal etmekle yanılmıştır. Bir diyalektikçi için bugün doğal olarak kararsızdır. O kendisi olmaktan çıkma sürecindedir ve olduğu hem göründüğüdür hem de değildir. Oluş varlığa arızi değildir fakat onun zorunlu boyutudur. Hatta bugün, geçmişi içerdiği gibi geleceği de içerir. Dolayısıyla hiçbir toplum veya tarihsel dönem hem ne olduğu hem de muhtemelen ne olacağı değerlendirilmeden anlaşılamaz. Sartre, Marx'ın yöntemini geçmişte geriye doğru ve gelecekte ileriye doğru bir dizi entellektüel salınım gerçekleştirerek bugünü aydınlatmaya çalışan bir 'ilerlemeci-gerilemeci yöntem' olarak betimlemekte haklıdır.
Diyalektiğe yeni bir dünyevi boyutun eklenmesi Hegel'den farklı olarak Marx'ın geleceğin yeni beklentiler ve olanaklar içerdiğini görebilmesi anlamına geliyordu. Hegel için tarih Reformasyon'la fiilen sona ererken, izleyen dönemler büyük ölçüde Reformasyon'un temel ilkesinin yaşamın farklı alanlarında gerçekleştirilmesiyle ilgiliyken, Marx için tarih, Reformasyon'un anası olan kapitalizmin yıkılmasından sonraya kadar başlamaz bile. Yine Marx komünizmin 'mutlak oluşu' simgelediğini ve beklenmedik olanaklar içerdiğini düşünür. Ve tek tük kibirli sözlerine rağmen, kendi düşüncesinin insanın entellektüel tarihindeki son sözü belirttiğini düşünmemiş, ve sık sık gelecek düşünürler tarafından çözüleceğini umduğu problemleri özetlemiştir. Hegel'in Fenomenoloji'si Mutlak Bilgi üzerine bir bölümle kapanırken Marx mutlak doğruluk kavramının tutarlılığından kuşkulanır.
Marx'ın görüşüne göre Hegel'in eleştirel-olmayan idealizmi hem Hegel'in diyalektiğin doğasını ve kapsamını genel kavrayışını ve hem de diyalektiğin temel kategorilerini biçimlendirmiştir. Marx'ın onlardan üçünü yani karşıtlığı, dolayımlamayı ve olumsuzlamanın olumsuzlanmasını çözümlemesini inceleyeceğiz.
Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi'nde birkaç iyice sıkıştırılmış, karmaşık ve şaşırtıcı paragrafta Marx şeylerin üç farklı şekilden biriyle karşıt olabileceklerini söyler.[30] Birincisi, karşıtlar ortak bir özü paylaşır; örneğin Kuzey ve Güney Kutupları, erkek ve dişi. Hem Kuzey hem de Güney Kutbu kutuptur; 'onların özü aynıdır'. Aynı şekilde hem dişi hem de erkek cinsi 'bir tür, bir öz yani insan özüdür'. Her bir durumda ilgili iki varlık 'bir özün karşı karşıya duran yönleridir, bir özün gelişmesinin zirvesinde farklılaşmasıdır'. Onlar ortak bir özün 'farklı nitelikleridir'.
Ikincisi, karşıtlar birbirini karşılıklı dışlayan özlere sahiptirler; örneğin kutup ve kutup-olmayan ya da insan cinsi ve insan-olmayan cins. Farklılığın 'varoluş' farklılığı olduğu ilk karşıt çiftinden farklı olarak burada farklılık 'özün' farklılığıdır. Marx bunları 'gerçek', 'fiili' ya da 'doğru' aşırı uçlar ya da antitezler olarak adlandırmıştır. Marx'ın temel karşıtlık kavramı oldukça şaşırtıcıdır. Bazen, Marx, kutup ve kutup-olmayan gibi ortak hiçbir şeyi paylaşmayan varlıkları düşünür. Onlar ortak hiçbir şeyi paylaşmadıklarından karşılıklı ilgisizdirler. Dolayısıyla onların nasıl çatışabileceğini anlamak zordur. Diğer zamanlarda, Marx, karşı karşıya duran ya da karşılıklı dışlayan özlere sahip varlıkları düşünür. Burada her varlık ancak diğerini yok ederek var olabileceği ve gelişebileceği şekilde oluşturulmuştur. Sivil toplum ve devlet arasındaki ve göreceğimiz gibi burjuvazi ve proletarya arasındaki karşıtlık bu türdendir.
Üçüncüsü, karşıtlar ortak bir varlığın ayrılamaz yönleridir fakat her biri ortak varlığın bir yönünü soyutladığından ve bunu taraflı ve tek yanlı bir biçimde sunduğundan karşıtlar olarak görünürler; örneğin idealizm ve materyalizm, bireysel ve genel çıkar ya da bencillik ve özgecilik arasındaki karşıtlık. Bunlar gerçek varlıklar olmayıp 'tözleştirilmiş soyutlamalardır' ve onların karşıtlığı gerçek olmayıp bir yanlış kavrayışın sonucudur.
Üçüncü tür karşıtlar, birincilerden ortak bir özün gerçek farklılaşmaları olmayıp tek yanlı yorumları olmakla, ve ikincilerden birbirlerini karşılıklı dışlayan özlere sahip olmamakla ayrılırlar. Örneğin idealizm ve materyalizm arasındaki karşıtlığı alın. Marx, insanın gereksinmelerine göre doğayı artan ölçüde biçimlendirmesiyle, doğanın dünyasına insan bilinci tarafından nüfuz edildiğini düşünür. Doğanın dünyası yalnızca maddi olmaktan çıkar ve madde ve tinin bir birliği olur. Idealizm bilincin rolünü vurgular ve onu tek gerçeklik olarak görür; materyalizm ayrıcalıklı vurgu için maddi yönü seçer; ve ikisi kendilerini uzlaşmaz karşıtlar olarak koyarlar. Her biri diğerini üretir ve vurgular. Materyalizm gerçekliğin maddi yönüne vurgu yaptığından karşıtını yani idealizmi tahrik eder. O bir kez idealizmi tahrik edince, idealizmin yalnızca varoluşu materyalizme gerekçesini verir ve materyalizmin varlığını sürdürür. Ancak onların karşıtlığı gerçek değildir ve yalnızca her birinin gerçekliğin doğasını yanlış anlamasından ve gerçekliğin bir yönünü bütünle özdeşleştirmesinden kaynaklanır.
Marx üç karşıtlık türünün farklı çözüm biçimleri gerektirdiğini ileri sürer. Ilk karşıtlık türünde ilgili varlıklar ortak bir özün farklılaşmalarıdır. Onların karşıtlığı paylaşılan bir çerçevede ortaya çıkar ve dolayısıyla zorunlu olarak ılımlıdır. Dahası onların karşıtlığı her birinin iç gizilgüçlerini açığa çıkarır ve böylece ikisinin de yararınadır. Son olarak, ortak bir özü paylaştıklarından aralarında dolayımlama olanaklıdır; ve karşılıklı bağımlı ve birbirlerine 'gerekli' olduklarından dolayımlama aynı zamanda zorunludur.
Aykırı olarak, ikinci karşıtlık türü asla uzlaştırılamaz. Ilgili varlıklar birbirini karşılıklı dışlar; 'biri diğerini sınırlar fakat ortak bir konumda bulunmazlar'. Ilgili varlıklar ortak bir zemini paylaşmadığından ve her ikisinin doğasını paylaşan hiçbir dolayımlayan varlık da bulunamadığından burada dolayımlama olanaklı değildir. Ancak, dolayımlanan varlıklar birbirini tamamlamadığından, bütünlemediğinden ve birbirine gerekli olmadığından dolayımlama zorunlu da değildir. Marx'ın belirttiği gibi:[31]
Gerçek aşırı uçlar, gerçek aşırı uç olduklarından kesinlikle dolayımlanamazlar. Ne de, özde karşı karşıya durduklarından, dolayımlanmayı gerektirirler. Hiçbir şeyi paylaşmazlar, birbirlerini gereksinmezler; birbirlerine bir şey eklemezler. Biri kendi bağrında diğerinin arzusunu, gereğini, beklentisini taşımaz.
Gerçek aşırı uçlar çatışmalarını yalnızca birinin nihayetinde zafer kazandığı bir kavga ile çözebilirler. Onların çatışması onların 'kendi kendilerinin bilgileri', gerçek doğalarını açık algılamaları için ve ilerleme uğruna zorunludur. Çatışmalarını olgunlaşmadan sonlandırmak yerine, en iyisi 'aşırı uçlar oluşturmaya' bırakılmalıdırlar.
Üçüncü tür karşıtlık çok farklı bir çözüm biçimi gerektirir. Diğer ikisinden farklı olarak o gerçek bir karşıtlık değildir, ve sonuç olarak ilgili aşırı uçlar göründükleri gibi alınamazlar. Yüzeyin altına sondaj yapmalı, aşırı uçların tek yanlı soyutlamalar olduğunu göstermeli ve altta yatan gerçekliğin gerçek doğasını yeniden belirtmeliyiz. Böyle yaparak ilgili varlıkları uzlaştırmıyoruz fakat yok ediyoruz ya da ortadan kaldırıyoruz. Idealizm ve materyalizm arasındaki karşıtlığın üstesinden, aralarında hakemlik yaparak değil, kendi meziyetlerini ve zayıflıklarını belirleyerek değil, fakat gerçekliğin madde ve tinin diyalektik birliği olduğunu göstererek gelinir. Benzer şekilde, bireyin zorunlu olarak toplumsal bir varlık olduğu ve toplumun bireyler arasındaki ilişkiler ağından daha fazla bir şey olmadığı anlaşıldığında, birey ve toplum arasındaki ve bireycilik ve ortaklaşacılık arasındaki karşıtlık yok olur.
Marx, Hegel'in üç karşıtlık türünü ayırmadığını ileri sürer. Gerçekten de bir idealist olarak Hegel ayıramazdı. Bir idealist olarak Hegel gerçekliğin tümünü Mutlak Ide'nin bir belirtisi ve böylece ortak bir özü paylaşıyor olarak görmüştür. Dolayısıyla, Hegel 'karşıtların birliği'ni' değil, 'karşıtların özdeşliği'ni' vurgulamıştır. Hegel farklılıkları yalnızca tek bir özün farklılaşmaları, 'kendinde ayrımları' ya da belirtileri olarak görmüş, onları 'önemsiz', özdeşlikten daha az 'gerçek' olarak değerlendirmiş ve onların eylemini sürekli 'askıya almıştır'. Örneğin, Hegel üretim ve tüketimin birliğini doğru olarak kavramıştır, çünkü üretilen tüketilmelidir ve hiçbir şey üretilmedikçe tüketilemez. Fakat o yanlışlıkla yalnızca onların özdeşliğini vurgulamış ve yönelimlerindeki ve amaçlarındaki farkları önemsememiştir. Bu, Hegel'in ikisinin ayrılabileceğine ve ayrıldığına ve aşırı üretim krizi yarattıklarına dikkat etmesini önlemiştir. Hegel 'gerçek ilişkilerin kavranmasıyla değil kavramların diyalektik dengelenmesiyle' ilgilenir.
Böylece, Hegel'in ontolojisi onun yalnızca birinci tür karşıtlığa yani karşı karşıya duran varlıkların ortak bir özü paylaştığı karşıtlığa dikkat etmesine izin vermiştir. Özellikle bu, Hegel'in ikinci tür karşıtlığı, yani özün karşıtlığını ya da Marx'ın 'temel çelişki' olarak adlandırdığını tanımasını engellemiştir. Marx, Hegel'in üç karşıtlık türünü birincisine indirgediğinden 'üç kat hata' yapma noktasına vardığını ileri sürer.
Birincisi, Hegel ikinci karşıtlık türünü ilkiyle karıştırmıştır. Böylece o, gerçek aşırı uçların asla uzlaştırılamayacağına dikkat etmekte yetersiz kalmıştır. Bütün aşırı uçların ortak bir özü paylaştığını ve uzlaştırılabileceğini düşünen Hegel'den farklı olarak, Marx, bazı aşırı uçların birbirini 'sınırladığını' fakat 'ortak bir konumda bulunmadıklarını' ve onların savaşımının hem kaçınılmaz hem de istenir olduğunu ileri sürer. Bu, Marx'ın sınıf savaşımı teorisinin mantıksal temeli olarak görünmektedir. Marx'ın temel çelişki kavrayışını da ilk kez geliştirdiği aynı çalışmada burjuvazinin tam antitezi olarak proletarya görüşünü ilk kez geliştirmesi tümüyle bir rastlantı değildi. Marx, kapitalistin ve proleterin birbirine bağımlı olduğunu ve onların karşıtlığının Kuzey ve Güney Kutbu arasındaki ile bazı özellikleri paylaştığını kabul eder, fakat kapitalist toplum geliştikçe iki sınıf arasındaki ilişkinin karakterinin değiştiğini ileri sürer. Onların çıkarları uzlaşmaz bir çatışmada kilitlenir ve birinin varoluşu diğerinin var olmamasını gerektirir. Dahası, örgütlenen proletarya, kapitalistin yöneten varlığı olmaksızın toplumu sürdürme yeteneği kazanır. Bu aşamada onların karşıtlığı ikince türe ait olur; her biri diğerini sınırlar, fakat ortak bir özü paylaşmazlar. Bu noktayla daha fazla uğraşamayız ve yalnızca Marx'ın sınıf savaşımına uzlaşmasız yaklaşımının mantıksal teorisinin arka planından bakıldığında daha iyi anlaşılacağını ve öncekine (öncekini) etkili bir şekilde saldırmak (savunmak) için mantıksal teorisine (teorisinin), özellikle onun 'temel' ya da 'gerçek' karşıtlık kavrayışına (kavrayışının) saldırılması (savunulması) gerektiğini not edeceğiz.
İkincisi, Hegel üçüncü karşıtlık türünü birincisiyle karıştırmış ve onun sonrakiyle aynı tarzda çözülebileceğini ve çözülmesi gerektiğini düşünmüştür. Örneğin, o, birey ve toplum arasındaki ve idealizm ve materyalizm arasındaki karşıtlığı birinci ile aynı mantıksal türdenmiş gibi değerlendirmiş ve altta yatan gerçekliğin gerçek doğası kavrandığında ortadan kalkan sözde karşıtlıklar olduğunu görememiştir.
Hegel'in üçüncü hatası ilk ikisinin bir sonucuydu. Son iki karşıtlık türünü birincisiyle karıştırdığından, dolayımlamanın sınırlarına dikkat etmemiştir. Örneğin, gerçek sivil toplum ve devlet aşırı uçlarıyla karşılaştığında onları dolayımlamayı denemiştir. Dolayımlanan varlıklar isteneni vermeyince daha fazlasını sağlamış ve kaotik ve tutarsız bir devlet oluşturma noktasına gelmiştir. Benzer şekilde, idealizm ve materyalizm, bencillik ve özgecilik gibi soyutlamalarla karşılaştığında ya iki aşırı uçtan birini seçmiş ya da dolayımlamanın ne olanaklı ne de zorunlu olduğuna dikkat etmeden onları dolayımlamaya çalışmıştır. Farklı bir açıdan bakıldığında idealizmi Hegel'e, gerçek karşıtlığı önemsememesi ya da gizlemesiyle ve sahte karşıtlığı çok fazla ciddiye almasıyla sonuçlanan gerçek ve sahte karşıtlığı ayırabileceği ölçütü vermemiştir.
Marx, Hegel'in felsefesinin (ve diyalektik yönteminin) ilgili karşıtlığın birinci türe ait olduğu yaşam alanlarında başarılı olduğunu ve diğer iki türden birine ait olduğunda başarısız olduğunu düşünmüş görünmektedir. Ideler dünyasında karşıtlık genellikle birinci türdendir. Böylece Hegel, geçmiş felsefi sistemlerin olduğu kadar ahlaki, dinsel ve diğer idelerin parlak ve büyüleyici sentezlerini yapabilmiştir. Aykırı olarak, karşıtlığın genellikle diğer iki türden olduğu gerçek dünyayı tartışınca başarıları son derece sınırlıydı. Örneğin sınıf çatışması ikinci tür karşıtlığı simgeler. Hegel'in mantıksal teorisi içsel olarak onu tartışma yeteneğinde olmadığından, sınıf çatışmasının en büyük önemde olduğu toplumsal ve politik yaşamda başarısızlıkla sonuçlanır. Bireysel ve genel çıkar arasındaki karşıtlık üçüncü türdendir. Ve yine mantıksal teorisi onu göz önüne almak için çok dar olduğundan Hegel ona başarılı bir çözüm bulabilmekte yetersiz kalır.
Marx, Hegel'in karşıtlık kavramını çözümlemesini kusurlu bulduğundan onun dolayımlama çözümlemesini de başarısız bulur. Marx'ın görüşüne göre Hegel'in dolayımlama kavramını kullanışı genellikle diyalektik değildir. Hatta Hegel, soyut mantıksal kategorileri inatçı ampirik gerçekliğe yüklediğinden, karşı karşıya duran iki varlık gerektirdiği için değil fakat bir üçüncü varlık ya da daha kötüsü Hegel'in felsefesi onların dolayımlanmasını gerektirdiğinden dolayımlayan bir varlığı ortaya koymuştur. Dolayımlayan varlık içsel olarak dolayımlanan varlıklarla ilişkili olmadığından, onları dolayımlayamaz ve onun bütün amacı boşa çıkar. Dahası, dolayımlayan varlık doğasıyla uyumsuz bir rol oynamaya çağrıldığından yalnızca bir araç olarak görülme noktasına gelir ve doğal karakterini ve önemini kaybeder.
Dahası, Hegel dolayımlanan varlıkların gereksinmelerine duyarlı olmadığından, onun dolayımlayan varlığı, niyetlenilenin karşıtı bir rol oynama noktasına gelir. Dolayımlayan bir varlık karşı karşıya duran iki varlığı uzlaştırmak ve birleştirmek üzere ortaya konur. Dolayısıyla o ikincil bir rol oynamak üzere tasarlanmıştır. Gerçek gerçekte karşıtı olur. Dolayımlayan varlık daha yüksek ya da daha üstün bir varlık olur ve dolayımlananlar onun kendini gerçekleştirmesinin araçları olurlar. Teoride dolayımlayan varlığın dolayımlanan varlıkların ortak özünü simgelediğinden değeri ve önemi olduğu düşünülür; gerçek gerçekte dolayımlanan varlık dolayımlayan varlığı cisimlendirme derecesine göre değer ve önem kazanır. Marx şöyle der:[32]
başlangıçta aşırı uçlar arasında dolayımlayıcı olarak görünen dolayımlayan varlık, karşı karşıya duran kutupları içerdiğinden ve nihayetinde her zaman aşırı uçların kendileriyle, hareket, ya da ilişkiyle karşılaştırıldığında tek yanlı daha yüksek bir güç olarak göründüğünden, zorunlu olarak, kendisiyle dolayımlama olarak, aşırı uçların yalnızca kendini öne sürmek için asıltısında tutunduğu özerk varsayım olan uğrakları niteliğinde olan özne (Subjekt) olarak, tek başına özerk olan olarak göründüğü yere kadar diyalektik biçimde gelişir.
Marx bu görüngüye dinde dikkat çekmiştir. Örneğin Hıristiyanlıkta başlangıçta Tanrı'yı ve insanı dolayımlamak üzere ortaya konan Isa figürü her ikisinden daha önemli olur, böylece Tanrı'nın Isa'nınkinden bağımsız bir iradesi yoktur ve Isa'nın O olduğunu söylediğidir, ve insanın ona olan sadakatinden bağımsız bir onuru yoktur. Benzer olarak, başlangıçta Isa'yı ve 'sıradan' insanı dolayımlamak üzere ortaya konulan papaz her ikisinden daha önemli olur. Marx aynı şeyin Hegel'de olduğunu ileri sürer. Dolayımlayıcı efendi olur. O dolayımlanan varlıkları ayrı tutarak ve bütünleşme için kendine bağımlı tutarak kendini vazgeçilmez kılar. Dolayısıyla dolayımlama süreci hiyerarşik kuralı güçlendirmenin incelikli bir yoludur ve dolayımlama mantığı gerçekte hükmetme mantığıdır. Yanlış anlamadan kaçınmak için, Marx tam olarak dolayımlamaya değil fakat yalnızca dolayımlanan varlıkları sadece bir araca indirgeyen ve hükmetme biçimi oluşturan bir tür dolayımlamaya karşı çıkar.
Marx, Althusser ve diğer pek çok Marksist için Hegel'in politik tutuculuğunun anahtarı olan, Hegel'in olumsuzlamanın olumsuzlanması kavrayışını oldukça şiddetli eleştirir. Marx, Feuerbach'ı izleyerek olumsuzlamanın olumsuzlanmasının 'zorunlu' bir aşama olmasına rağmen diyalektiğin 'amacı' olmadığını ileri sürer. Olumsuzlamanın olumsuzlanmasından ortaya çıkan varlık 'kendinde zemin bulan', 'kendinden kaynaklanan', ve 'kendisi için geçerli' değildir. O, varlığını olumsuzladığı üzerinden varsayar, ve bunun sonucu 'karşıtıyla yüklüdür'. Diğer bir deyişle olumsuzlamanın olumsuzlanması negatif ve asalağımsı bir aşamadır ve 'doğru' ya da 'mutlak pozitifi' simgelemez. Bu, Marx'ın komünizmi tarihin 'amacı' olarak almayı reddetmesinin nedenlerinden biridir. 'Özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla kendine dolayımlandığından' komünizm olumsuzlamanın olumsuzlanmasını simgeler ve eninde sonunda yeri 'kendinden kaynaklanan pozitif bir hümanizma' tarafından alınmalıdır. Marx, Feuerbach gibi, Hegel'in üçlü diyalektik örüntüsünün doğru olarak pozitif bir aşama sağlamadığına inanır, fakat diyalektiğin nasıl dörtlü yapılabileceğini açıklamaz. Tarihte sık sık olduğu gibi, bu uzun zamandır unutulmuş fikir yakın zamanlarda Eric Weil tarafından yeniden kullanıma sokulmuştur. J. N. Findlay'in ona tepkisinden söz etmeye değer:[33]
Ben de Prof. Weil ile aynı fikirdeyim ve Hegel'in üçlüsünün bir dörtlüye dönüştürülmesi gerektiği doktriniyle ilgileniyorum. Bunu, yani bir fikriniz var ve sonra fikrin olumsuzlamasına sahipsiniz, daha sonra fikri olumsuzluyorsunuz, ve sonra dördüncü bir adım var ve ondan çıkan yeni bir pozitif fikir elde ediyorsunuz, daha önce hiç anlamamıştım. Onun üçlü olmaktan çok dörtlü olduğunu kastediyorum. Bu ilginç ve değerli bir kavramdır ve kuşkusuz Hegel'in buna benzer şeyler söylediği pasajlar vardır.
Marx, Feuerbach'ı izleyerek, Hegel'in olumsuzlamanın olumsuzlanmasını sahte ve eleştirel-olmayan, Hegel'in yanlış pozitivizminin kökü biçiminde adlandırır. Marx, diyalektik yöntem hem var olanın rasyonelliğini kabul eder hem de eninde sonunda yerinin alınmasının zorunluluğu üzerinde ısrarla dururken, Hegel'in yalnızca onun tutucu karakterini vurguladığını ileri sürer. Örneğin, Hegel dinin insanın kendine yabancılaşmasının bir biçimi olduğunu kabul eder ve yerinin felsefe tarafından alınacağını ileri sürer; yine Hegel hem dini ortadan kaldırmaz hem de onu insanın kendini doğrulaması olarak değerlendirir. Marx bunu olağanüstü bulur. Eğer din yabancılaşmış insan özbilinciyse ve felsefede yok edildiyse, o zaman tanım gereği insan aklı dinin ortadan kalkmasını istemelidir.
Marx'ın görüşüne göre olumsuzlamanın olumsuzlanması, her ikisi de Hegel'in idealizmiyle yakından bağlantılı olan iki nedenle Hegel'de pozitivist ve eleştirel-olmayan bir ilke olarak kalır. Birincisi, Hegel bir idealist olduğundan, gerçek kurumları değil, fakat yalnızca bizim onlar hakkındaki fikirlerimizi ele alır. Dolayısıyla olumsuzlamanın olumsuzlanması, gerçeklikte değil düşüncede olur.[34] Örneğin, din felsefesinde Hegel dini somut bir toplumsal etkinlik olarak değil, bir düşünce kategorisi olarak ele alır. Ve dini değil fakat yalnızca onun yürürlükteki düşüncesinin ya da felsefesinin yerini değiştirir. Benzer olarak Hukuk Felsefesi'nde şahıs hakkının yerinin ahlak tarafından, ahlakın yerinin din tarafından, vb., alındığını söylediğinde, gerçekte kastettiği şahıs hakkının düşüncesinin ya da kavramının, yeri alındığında ahlak düşüncesini ya da kavramını ürettiğidir, ve böyle devam eder. Böylece Hegel gerçek kurumların kendilerini değil, özel mülkiyetin, ailenin, dinin, vs.'nin 'geleneksel kavrayışlarını' ve 'anlayış' biçimlerini yıkar. Sonuç olarak, Hegel felsefesi gerçekten devrimci ve yıkıcı olmasına rağmen radikalizminin hiçbir pratik sonucu yoktur ve radikalizmi 'yalnızca görünürdedir'.
İkincisi, Hegel bir idealist olduğundan var olan her kurumu ve pratiği Geist'in bir ifadesi olarak görür ve korumak ister. Hegel'in felsefesi böylece bir gerilim içerir. Diyalektik yöntemi, Hegel'in var olan her şeyi olumsuzlamasını gerektirirken idealizmi korumasını gerektirir. Bu çatışma olumsuzlamanın olumsuzlanması kavramı aracılığıyla çözülür. Başlangıçtaki olumsuzlama diyalektik yöntemin radikal isteklerini karşılar; izleyen olumsuzlamanın olumsuzlanması orijinal varlığı geri döndürür ve Hegel'in idealist ontolojisinin tutucu isteklerini karşılar. Böylece olumsuzlamanın olumsuzlanması kendi kendisiyle çelişen ve 'özgül' bir varlığı hem ortadan kaldırmayı ve hem de korumayı, 'inkar ve korumayı, inkar ve doğrulamayı' güvenceye alma 'rolünü' oynar. Hegel bir varlığı bir düzeyde, başka bir düzeyde yeniden ortaya çıkarmak üzere reddettiğinden olumsuzlamanın olumsuzlanması asla varlığın 'ortadan kalkması'nın 'geçersizliğini' gerektirmez ve yalnızca statükoyu kutsallaştırır.
V
Bölümü bitirmeden önce, Marx'ın Hegel eleştirisinin önemli imalarını vurgulamak yararlı olacaktır. Birincisi, Hegel çözümlemesi Marx'ı bir araştırma biçimi olarak felsefenin doğal olarak şüpheli olduğuna karar vermeye götürdü.[35] Marx için, geleneksel türde metafizik araştırmayı kastettiği felsefe bir rasyonalist dinin yerini tutandan daha fazlası değildi. Sıradan insan dünya tarafından şaşkınlığa uğratılır ve dünyayı kimin yarattığı, şöyle ya da böyle insanın niçin yaratılması gerektiği, insanlık tarihinin neden sahip olduğu biçimi aldığı gibi sorular sorar. Ve genellikle yanıtlar için dine döner. Filozof; kişisel Tanrı, cennet ve cehennem fikirlerini kabul edilemez bulur. Ne var ki soruların tamamını ya da en azından bir kısmını ciddiye alır. Dini reddettiğinden, kendi rasyonel yanıtlarını vererek devam eder.
Marx filozofun sorduğu soruların, aşkın bir varlığın varoluşuna dayanmaları anlamında, dinsel nitelikte olduğunu ileri sürer. Doğanın şöyle ya da böyle niçin var olduğunu sormak, birisinin onu yarattığını ve böyle yapmakta bir amacı olduğunu varsaymaktır. Ve tarihin niçin belli bir 'biçime' ya da 'yöne' girdiğini sormak aşkın bir varlığın insanlık tarihini yönlendirdiğini varsaymaktır. Sorular dinsel nitelikte olduğundan, felsefe onları ancak kendisi dinselleşerek yanıtlayabilir. Felsefe Tanrı fikrini, yalnızca, yerine Mutlak, Geist, Töz, Ego ve Aşkın Ilke gibi çok farklı olmayan varlıklar koyarak reddeder. Dinin iki dünya teorisini yerine kendisininkini koymak üzere reddeder. Dinsel vücut bulma* fikrini reddeder fakat Aşkın ilkenin kendini dünyevi varlıklarda 'cisimlendirdiğini' ya da 'gösterdiğini' ileri sürerek kendisininkini ortaya koyar. Dinsel mucizeleri reddeder fakat doğayı yaratan Ego, dünyayı yaratan Mutlak Ide, farklı biçimler alan ya da farklı biçimlerde görünen Töz hakkında konuştuğunda kendisininkini ortaya koymaya zorlanır. Kısaca, Marx felsefenin nihayetinde 'kavramsallaştırılmış ve rasyonel olarak geliştirilmiş dinden başka bir şey olmadığı', reddeder gibi görünürken bir din edinmenin yolu olduğu görüşündedir.
Marx'a göre dinsel sorular idealizmin doğruluğunu, yani bilincin maddeye önceliğini ve bağımsız varoluşunun olanaklılığını varsayar. Böylece hiçbir araştırma biçimi kendisi idealist olmaksızın onları yanıtlayamaz. Marx için, bu, materyalist denilenler de içinde olmak üzere neden filozofların genellikle şu ya da bu formda idealizmi benimseme noktasına geldiklerini açıklar.[36] Marx, idealizmi reddettiğinden, meşru bir araştırma biçimi olarak metafiziğin kendisini reddeder. Daha önce gördüğümüz gibi Marx onu diğer zeminlerde de reddeder. Marx'ın görüşüne göre metafiziğin son derece soyut kavramları meşru araştırma nesneleri değildir. Metafizik zorunlu olarak Marx'ın Hegel'de eleştirdiği iki aşamalı araştırmayı gerektirir. Ve onun, dünyanın, diğer insanların ve kendimizin var olduğunu nasıl bildiğimiz gibi standart soruları, yalnızca kendini 'saf akıl' olarak tanımlayan ve bir dünya ötesi Arşimetyan konumda durduğunu ve akıl tarafından garanti verilmedikçe duyu algılarına güvenmeyi reddettiğini ileri süren bir birey tarafından sorulabilir.
İkincisi, Marx'ın Hegel eleştirisi sonraki klasik ekonomistleri eleştirisi için bir model olmuştur. Marx daha sonra klasik ekonomistlerin yazılarını incelediğinde, onların da genellikle Hegel'de şiddetle eleştirdiği yöntemi kullandıklarını gördü. Marx'ın görüşüne göre klasik ekonomistler farklı üretim biçimlerinin tarihsel özgüllüğünü değerlendirememişlerdir. Tersine, onlar üretim biçimlerinin paylaşılan özelliklerini soyutlamışlar ve onların hepsinin temelde evrensel olarak ortak öğelerin farklı birleşimlerinden daha fazla bir şey olmadığını ileri sürmüşlerdir. Marx, klasik politik ekonomiyi böyle değerlendirdiğinden, bazen ondan metafizik ve soyut olarak bahseder.[37] Hegel gibi, klasik politik ekonomi soyut ve tarihsel olmayan kavramları kullanmış, yürürlükteki toplumsal düzeni eleştirel-olmayan bir biçimde değerlendirmiş ve idealist iki katlı çözümleme biçimini kullanmıştır.
Marx'ın görüşüne göre Hegel ve klasik ekonomistler hem yöntembilimsel ve hem de antropolojik düzeyde bağlantılıdır. Her ikisi için benzer biçimde, emek, insanın en yaratıcı ve en ayırdedici etkinliğidir. Emek sayesinde, insan kendisini hayvanlar dünyasından çıkarabilmiş, rasyonel güçlerini geliştirebilmiş, uygarlığı yaratabilmiş ve tarihsel kaderini kendisi biçimlendirebilmiştir. Marx'ın görüşüne göre Hegel'in 'duruş noktası modern politik ekonomininkiydi'; Hegel, Adam Smith'in, Fergusson'un ve Iskoç tarihsel okulunun temel sezgilerini almış ve onları spekülatif bir ifadeye büründürmüştür.[38] Onlar modern çağın ekonomistleriyse Hegel filozofuydu. Anlatım deyimlerindeki farklılıklara rağmen, Marx onların düşüncelerinin biçimlerinin ve içeriklerinin ve hatta çözümleme biçimlerinin temelde benzer olduğunu düşünmüştür. Bu görüş dikkate alındığında, Marx'ın birini diğerinin gözünden okumuş olması ve her ikisinin hem büyüleyici ve hem de çarpıcı betimlemelerini sunmuş olması çok az şaşırtıcıdır.
Üçüncüsü, Marx Hegel'in insanlık tarihini çağdaş Alman toplumunun duruş noktasından gördüğüne ve çağdaş Alman toplumu için bir apoloji sunduğuna inanmış olmasına rağmen, Hegel'in felsefesinin yalnızca bir apoloji olduğunu söylemek istememiştir. Kesinlikle değil. Marx, Hegel'i bir 'dahi', bir 'büyük düşünür' olarak adlandırmış ve kendini onun 'öğrencisi' olarak bildirmiştir. Marx, Hegel'in mantık, tarih ve felsefi antropoloji alanlarındaki parlak 'keşiflerine' ve geçmiş ve özellikle bugünkü tarihsel dönemlerin derin çözümlemesine en cömert saygılarını da sunmuştur. Marx Hegel'in bilinçli olarak bir apolojist olmayı amaçladığını da düşünmemiştir. Marx, Hegel'in doğruluğun peşinde tarafsız bir araştırmacı olduğunu yeterinden fazla açıkça anlatmıştır.
Marx'ın görüşünde Hegel'in nasıl bir apolojist olduğu tümüyle açık değildir. Marx birbiriyle bağlantılı beş açıklama sunar görünmektedir. Birincisi, Hegel'in felsefe görüşü kısmen sorumluydu. Hegel için felsefe insanla dünyayı uzlaştırmaya uğraştığından doğal olarak pozitivisttir ve eleştirel değildir. Ikincisi, bir idealist olarak Hegel fikirleri son derece soyut ve biçimsel bir düzeyde ele almıştır. Bunlar çok genel ve 'boş' olduğundan onlara yalnızca özgül bir tarihsel toplumdan, esasen kendisininkinden çıkarabileceği bir içerik vermek zorundaydı. Üçüncüsü, Hegel insanın bilincinin kendi toplumu tarafından ne kadar çok biçimlendirildiğini asla değerlendiremediğinden, kendi toplumsal temelini asla araştırmamış ve kendisine apaçık görünenin gerçekten de öyle olduğu yanılsamasına eğilimli kalmıştır. Dördüncüsü, Hegel toplumuna karşı eleştirel bir tutum takınmamış ve onu hemen hemen olduğu gibi kabul etmiştir. Hegel entellektüel olarak kendi toplumunun dışına çıkmamış ve kendi toplumundan uzaklaşmamıştır. Sonuç olarak, Hegel kendi toplumunun tarihselliğinin hiçbir gerçek değerlendirmesine, ve onu değerlendirmek için hiçbir standarda sahip değildir. Dolayısıyla Hegel onun rasyonalite değerlerini ve standartlarını evrenselleştirmesine yardım edemezdi.
Kesin olmamakla birlikte, Marx dördünden en sonuncusunun can alıcı olduğunu düşünür görünür. Esasen Hegel kendi toplumunu eleştirel olarak incelemediğinden diğer üç faktör etkili olmuştur. Hegel toplumuna karşı eleştirel olmuş olsaydı, filozofun görevinin insanla dünyayı uzlaştırmak olduğu görüşünde olmayacaktı. Eleştirel-olmayan idealizmi de desteklemeyecekti. Son olarak, kendi toplumunun değerlerini bu kadar kolay evrenselleştiremeyecekti de. Marx'ın görüşüne göre toplumun radikal bir eleştirisi onu değiştirmek ister. Dolayısıyla Marx onun tarihselliğini vurgulamaktan ve genelde sıkı bir tarihsel tutum geliştirmekten kaçınamaz. Dahası, Marx'ın idealizmden, özellikle doğa felsefesini doğrulayıcı görüşünden şiddetle süphelenmesi olasıdır. Marx'ın aynı zamanda, insan bilinci tarihsel olarak sınırlı olduğundan, kendi toplumunun kurum ve fikirlerinin ölümsüzleştirilemeyeceğine dikkat çekmesi olasıdır.
Beşincisi, Marx için Hegel'in felsefesi son derece karmaşık bir düşünce topluluğuydu. Hegel felsefesi ideolojikti, fakat derin sezgiler de içeriyordu. Dahası, insanlık tarihinin en iç doğasını anlamaya kararlı derin bir düşünür olarak Hegel varsayımlarını sürekli incelemiş, onları acımasız bir eleştiriye tâbi tutmuş, ve bazen kendi apolojetik tarafgirliğini zayıflatan sezgiler geliştirmiştir. Dolayısıyla onun sistemi bir iç gerilimle karakterize edilir. Hegel sistemi yapısal olarak tarafgirdir, fakat nesnel olarak tarafgirliği zayıflatan fikirler de içerir. Marx'ın belirttiği gibi, Hegel düşüncede sürekli haddini aşıp yüzüne gözüne bulaştırır, bazen iddiaları 'görüş açısını çok aşar', ve gerçekten onun tarafgir toplumsal varsayımlarının 'eleştirisinin bütün öğeleri' felsefesinde 'içerilmiştir'.[39] Ancak, Hegel'in düşüncesi onun tarafgirliğiyle sınırlandığından, bazı iddialarının temel ana fikrini tümüyle değerlendiremezdi ve derin sezgilerini işleyemezdi. Onun düşüncesi 'öz açıklık'tan yoksundur. Hegel'in sezgilerini sınırlayıcı ideolojik çerçeveden kurtarmak, ve onları temel olarak kullanmak Hegel'e sempati duyan eleştirmenlerinin göreviydi.
Bu olağanüstü, bir düşünce sisteminin kendi ötesine işaret edebileceği ve nesnel olarak yazarının öznel olarak söylemeye niyetlendiğinden çok daha fazlasını söyleyebileceği görüşünü daha sonra inceleyeceğiz. Şimdilik yalnızca bunun Marx'ta yinelenen bir tema olduğunu ve onun düşüncesinin yapısal ilkelerinden birini oluşturduğunu not etmemiz gerekiyor. Eugene Sue'nin Mysteries of Paris'i* çözümlemesi sırasında, Marx, burjuva ideolojisinin içinde hapsolmasına rağmen, Sue'nin zaman zaman onun sınırlarının ötesine geçtiğini ve 'burjuva önyargısının yüzüne bir şamarı' ima eden şeyler söylediğini belirtir. Marx, Diderot'yu, Balzac'ı, klasik ekonomistleri ve diğer bazı yazarları benzer biçimde değerlendirir.[40]

Bhikhu Parekh

Kaynakça
[CW] Marx, K. and Engels, F. Collected Works (Lawrence and Wishart, London, 1975)
[C] Marx, K. Capital, A Critique of Political Economy, Samuel Moore and Edward Aveling (trans.) (Lawrence and Wishart, London, 1970)
[C] Marx, K. Capital, (2 vols. Lawrence and Wishart, London, 1971)
[G] Marx, K. Grundrisse: Foundations of the Critique of Political Economy, bir önsözle M. Nicolaus (Penguin, Hardmondsworth, 1973) tarafından çevrilmiştir.
[SC] Selected Correspondence(Moscow, 1975)



* Orijinal başlığı "Hegel" olan bu yazı şu kaynaktan alınmıştır: Bhikhu Parekh, Marx’s Theory of Ideology, Baltimore 1982, The John Hopkins University Press, ss. 73-99.

** Apoloji: savunca, savunma, bir şeyin savunmasını yapmak, bir şeyin övgüsünü yapmak. Tarihsel olarak teoloji terimidir. Hıristiyanlığı savunan yapıtlar bu adla anılır. (Çevirenin notu)

[1] Sağ ve Sol Hegelcilerin Hegel'e karşı tutumlarının kusursuz bir tartışması için bakınız: David McLellan, The Young Hegelians and Karl Marx (Macmillan, London, 1969) ve Sidney Hook, From Hegel to Marx (University of Michigan, Ann Arbor, 1971).

[2] CW, Vol. 1, ss. 84-85.

[3] CW, Vol. 3, s. 333.

[4] Hegel, The Science of Logic, Miller (trans.) (Allen and Unwin, London, 1969), s. 154 dipnot (d).

[5] CW, Vol. 3, ss. 7d, 23d.

[6] CW, Vol. 4, s. 139. Aynı konu farklı bir vurguyla Vol. 5, s. 98'de açıklanmıştır.

[7] CW, Vol. 4, ss. 57d.

[8] CW, Vol. 3, ss. 16d, 23d.

[9] A.g.e., s. 23.

[10] A.g.e., s. 11.

[11] A.g.e., s. 12.

[12] A.g.e., s. 14.

[13] CW, Vol. 5, s. 283.

[14] CW, Vol. 3, s. 12.

[15] A.g.e., s. 343d.

[16] A.g.e., s. 16.

[17] A.g.e., s. 14.

[18] A.g.e., s. 91.

[19] A.g.e., s. 48.

[20] A.g.e., s. 15.

[21] A.g.e., s. 21.

[22] A.g.e., s. 39.

[23] A.g.e., ss. 23, 342d.

[24] A.g.e., s. 39.

[25] CW, Vol. 5, s. 175.

[26] CW, Vol. 4, s. 179.

[27] CW, Vol. 3, s. 177d.

[28] A.g.e., ss. 39, 42, 91.

[29] A.g.e., s. 88.

[30] A.g.e., ss. 88-89. Paragraf tam olarak açık değildir ve benim yorumumun olanaklı tek yorum olduğunu ileri sürmek yanlış olur.

[31] A.g.e., s. 88.

[32] G, ss. 331-332; Marx'ın dolayımlama kavramını 'aracının' rolü ile bağlantılandırdığı C, Vol. I, s. 744'e bakınız.

[33] J. J. O'Malley, R. W. Algozin, H. P. Kainz ve L. G. Rice (eds.) The Legacy of Hegel (Martinus Nijhoff, The Hague, 1973), s. 69.

[34] CW, Vol. 3, ss. 340d.

[35] CW, Vol. 5, s. 446d. Burada ve diğer bazı yerlerde Marx sonraki Wittgenstein'i hatırlatan çok sey söyler. Uyarıcı bir tartışma için bakınız Ted Benton, 'Wittgenstein and Marx', Radical Philosophy (Spring 1976).

* Tanrı'nın Isa'da vücut bulması. (Çevirenin notu)

[36] Marx için, onsekizinci ve ondokuzuncu yüzyıl filozoflarının mekanik materyalizmi idealizme dayanır. Mekanik materyalizm ya hareketi açıklamak için Tanrı'yı varsaymak ya da maddeyi yalnızca doğada ideal olacak biçimde tanımlamak zorundaydı. Engels Doğanın Diyalektiği'nde 'Doğanın mekanik kavranışı üzerine' adlı Ek 1 B'de konuyu iyice açıklar. Colletti'ye karsı Engels maddeyi değil doğayı diyalektik olarak değerlendirir. Onun diyalektik doğalcılığı (materyalizmi değil), hiç kuskuşuz, daha az itiraz edilebilir değildir.

[37] CW, Vol. 6, ss. 164,165. 'Politik Ekonominin Metafiziği' başlıklı bütün ikinci bölüm ilginç bir okumaya yol açar. Marx için Hegel'in yöntemi politik ve ahlaki teorisyenlerde de ortaktır; bakınız: CW, Vol. 5, s. 410.

[38] CW, Vol. 3, s. 333.

[39] A.g.e., s. 332.

* Paris'in Gizemleri (Çevirenin notu)

[40] Engels benzer görüştedir; bakınız: SC, s. 381. Bu görüşün mantığı Ernst Fischer, Art against Ideology (1961) ve T. Eagleton, Marxism and Literary Criticism (Methuen, London, 1976), ss. 47d ve 57d, tarafindan iyi araştırılmıştır.

Gen Bencildir

Şempanze ve insanın evrimsel geçmişlerinin yaklaşık yüzde 99,5’i ortaktır; yine de birçok
mantıklı insan şempanzeye eğribüğrü, insanla ilgisiz, tuhaf bir yaratık olarak bakar ve
kendisini Mutlak Yaradan’a erişme yolunda bir basamak taşı olarak görür. Evrimci için böyle
bir şey olamaz. Bir türü, diğer bir türden üstün kılacak hiçbir nesnel dayanak yoktur.
Şempanze ve insan, kertenkele ve mantar, hepimiz, üç milyar sene kadar önce doğal seçilim
olarak tanıdığımız bir süreç içerisinde evrimleştik. Her tür içerisinde, kimi bireyler
diğerlerinden daha çok sayıda, yaşamını sürdürebilen döl vermişlerdir. Buna bağlı olarak da,
üreme bakımından başarılı olan bireyin kalıtsal özellikleri (genler), bir sonraki nesilde sayıca
artmıştır. İşte bu doğal seçilimdir (Genlerin farklı, gelişigüzel olmayan üremesi). Bizi doğal
seçilim inşa etmiştir ve eğer kendi kimliklerimizi kavrayabilmek istiyorsak anlamamız
gereken de bu doğal seçilimdir.
GİRİŞ
Bu kitap bir bilim kurguymuşcasına -ya da ona benzer birşey gibi- okunmalı. Düş gücüne
seslenmek üzere tasarlandı. Ancak bilimkurgu değil; bu kitap bilimin ta kendisi. Size
kalıplaşmış bir tanım gibi görünebilir ama, “kurgudan daha tuhaf” sözcükleri benim gerçek
hakkında hissettiklerimi bütünüyle yansıtıyor. Bizler yaşamkalım makineleriyiz, genler adıyla
bilinen bencil moleküllerini körü körüne korumak için programlanmış robot araçlarız. Beni
hala şaşkınlığa sürükleyen bir gerçek bu; yıllardır bilmeme karşın, hiçbir zaman tam
alışamadım. Besleyebileceğim umutlardan biri ise, başka insanları şaşırtma konusunda
başarılı olabilmek.
Fazlasıyla arzuladığım bir başka amaca, kitabın konusunun hakettiği oranda eğlendirici
kılınması ve okuyucunun “yakalanmasının” sağlanması amacına ulaşıp ulaşmadığını da
kestiremiyorum. Uzun zamandır, biyolojinin başkaları için de gizemli bir öykü kadar
heyecanlandırıcı olması gerektiğini düşünüyorum, çünkü biyoloji gizemin ta kendisidir.
Konunun verebileceği coşkunun küçücük bir parçasından daha fazlasını açığa çıkartabildiğimi
düşünmeye cesaretim yok.
İNSANLAR NEDEN VAR?
Bir gezegendeki zeki varlıklar, gün gelir, kendi varlıklarının nedenini soracak yaşa gelirler.
Eğer günün birinde uzaydan dünyaya üstün yaratıklar gelirse, uygarlığımızın düzeyini
değerlendirmek için soracakları soru şu olacaktır: “Evrimi keşfettiler mi?” Canlı organizmalar
üç bin milyon yıldan daha uzun bir süre dünya üzerinde varoldular ve neden yaşadıklarını hiç
bilemediler, ta ki güneş doğana ve ışınları bir tanesine ulaşana dek. Bu kişinin adı Charles
Darwin’di... Dürüst olmak gerekirse, başkaları gerçeği belli belirsiz sezmişlerdi. Ancak ilk
kez Darwin, neden varolduğumuzun tutarlı ve kabul edilebilir bir açıklamasını yapmıştır.
Bu kitaptaki tez, bizim, diğer bütün hayvanlar gibi, genlerimiz tarafından yaratılmış
makineler olduğumuzdur. Başarılı Şikago gangsterleri gibi, bizim genlerimiz de, epey
rekabetçi bir dünyada milyonlarca sene boyunca, hayatta kalmayı başarabilmişlerdir. Buna
dayanarak, genlerimizde belirli nitelikler olduğunu ileri sürebiliriz. Ben başarılı bir gende,
baskın özelliğin acımasız bir bencillik olduğunu savunacağım. Genin bu bencilliği, bireyin
davranışlarında da bencil olmasına yol açacaktır. Bununla birlikte, göreceğimiz gibi, bir genin
bencil amaçlarına ulaşmak için tutabileceği en iyi yolun, sınırlandırılmış bir özveri
benimsemek olduğu özel durumlar vardır. Bu son cümledeki “sınırlandırılmış” ve “özel” çok
önemli sözcükler.
Gen Bencildir, Richard Dawkins
Her ne kadar aksine inanmak istesek de, sevgi ve türün -bir bütün olarak- iyiliği hiç de
evrimsel anlamı olmayan kavramlardır.
Bu kitap, gen bencilliği diye adlandırdığım temel yasanın, gerek bireysel bencilliği gerekse
bireysel özveriyi nasıl açıkladığımı gösterecek. Ancak, önce, özveri söz konusu olduğunda
ortaya çıkan özel bir yanlış açıklamadan bahsetmek istiyorum, çünkü yaygın olarak biliniyor
ve de yaygın olarak okullarda öğretiliyor. Bu açıklama daha önce sözünü ettiğim yanlış
kavram üzerine temellendiriliyor: Canlılar “türün iyiliği için” veya “grubun iyiliği için”
birşeyler yapmak üzere evrimleşirler. Biyolojide bu görüşün nasıl başladığı kolayca
görülebilir. Bir hayvanın yaşamının çoğu üremeye ayrılmıştır ve doğada gözlediğimiz,
kendini kurban etme eylemlerinin çoğu ebeveynlerce çocukları için yapılır. “Türün devamı”,
üreme kavramına ilişkin sıkça kullanılan bir başka deyim olup, tartışmasız, üreme olayının bir
sonucudur. “Üremenin 'işlevi' türün devamını 'amaçlar'” şeklinde bir sonuca varabilmek için
mantığı bir parça çekiştirip uzatmak yeterlidir. Buradan hareketle, bir başka yanlış adım,
hayvanların genelde türün devamını sağlayacak şekilde davranacakları yorumunu yapmak
olacaktır. Bunu ise, türün diğer üyelerine karşı özverili davranacakları yorumu izler. Bu
düşünce şekli, Darwinci terimlerle söylendiğinde, muğlak kalacaktır. Evrim, doğal seçilim
yoluyla işler ve doğal seçilim de “en uygun” olanın, farklılıkları nedeniyle ayakta kalmasıdır.
Ancak, “en uygun” ile kastedilen nedir? En uygun bireyler mi; en uygun ırklar mı; en uygun
türler mi? Ya da başka bir şey mi? Bazı amaçlar için bu sorunun yanıtı çok önemli değil;
ancak özveriden bahsediyorsak, can alıcı bir nokta olduğu çok açık. Darwin’in varolma
mücadelesi olarak adlandırdığı yarışma türler arasında ise, bireye bu oyunda bir piyon olarak
bakılabilir, o da en iyi niyetli yaklaşımla; bu piyon, türün daha yüksek olan çıkarları gerektiği
takdirde kurban edilecektir. Daha saygın bir şekilde dile getirmek istersek, eğer bir grup, -
örneğin, bir tür ya da türün içindeki bir topluluk - kendilerini grubun iyiliği için feda etmeye
hazır bireylerden oluşmuşsa, kendi bencil çıkarlarını önde tutan bireylerden oluşmuş rakip bir
gruba kıyasla, neslinin tükenmesi olasılığı daha düşüktür. Böylece, dünya nüfusu, bireyleri
kendini adamış gruplardan oluşur.
Ben, reductio ad absurdum (bir düşüncenin doğru olduğunu göstermek amacıyla, aksinin
yanlışlığını kanıtlamak) yaklaşımıyla tartışmaya devam edebilir ve grup seçilimi kuramının
güçlüklerine dikkat çekebilirim, ancak bireysel özverinin açıkça varolması açıklanmayı
bekliyor. Ardley işi, Thomson’un gazellerindeki zıplamada, davranışın tek açıklamasının grup
seçilimi olduğunu söylemeye kadar vardırıyor. Zıplayan hayvanın bir avcının önüne
atlayıvermesi, avcının dikkatini kendine çekerken bir yandan da arkadaşlarını uyarmak
istemesiyle, kuşların uyarı çığlıklarına benzer.
Kullanacağım temel düşünce, yüzyılın başlarında, genler-öncesi günlerde A. Weismann
tarafından öngörüldü: Weismann’ın “germ-plazmanın süreğenliği” doktrini. Şunu
savunacağım: Temel seçilim birimi -ve bu arada kendi çıkarımız- ne tür ne de gruptur; hele
birey kesinlikle değildir. Gendir; yani kalıtım birimidir Kimi biyologlara bu, başlangıçta çok
uç bir görüş gibi gelebilir. Umuyorum ki, ne demek istediğimi anladıklarında, alışık
olmadığımız bir tarzda ifade edilmiş olsa bile, bu tezin aslında ortodoksça olduğunu kabul
edeceklerdir. Bu tartışmayı geliştirmek zaman alacaktır. İşin en başından başlamamız
gerekiyor: Yaşamın ta başlangıcından...
Gen Bencildir, Richard Dawkins
EŞLEYİCİLER
Başlangıçta basitlik vardı. Tümüyle donanmış, karmaşık düzendeki bir yaşamın ya da
yaşam yaratma yeteneğine sahip bir oluşumun bir anda ortaya çıkmasını açıklamanın daha da
zor olacağının kabul edileceğini varsayıyorum. Darwin’in doğal seçilim yoluyla evrim kuramı
doyurucudur, çünkü bize basitliğin nasıl karmaşıklığa dönüşebileceğini, düzensiz atomların
kendilerini nasıl olup da daha karmaşık desenler şeklinde gruplandırabildiklerini ve bunu
insanları oluşturana kadar sürdürebildiklerini açıklar. Darwin, varoluşumuzla ilgili zor soruya
bir yanıt sağlar; ki bu, şu ana kadar önerilen tek olası yanıttır. Bu büyük kuramı, alışılmış
olandan daha genel bir yolla, evrimin başlamasından öncelere giderek açıklamaya
çalışacağım.
Darwin’in “en uygunun yaşamda kalması” kuralı, aslında daha genel bir yasanın, kararlı
olanın varlığını sürdürmesi yasasının özel bir durumudur. Evren kararlı nesnelerle doludur.
Kararlı bir nesne, bir ismi hak edecek kadar kalıcı ya da sık görülen bir atomlar topluluğudur.
Bu, Matlerhorn gibi, adlandırmaya değecek kadar uzun süreli olan benzersiz bir atomlar
topluluğu olabilir. Ya da, yağmur damlaları gibi, içlerinden herhangi bir tanesi kısa ömürlü
olsa da, oldukça hızlı bir biçimde oluşan ve bu nedenle de toplu bir ismi hak eden bir varlıklar
sınıfı olabilir. Etrafımızda gördüğümüz ve açıklamak istediğimiz şeyler -kayalar, galaksiler,
okyanus dalgaları- hepsi de, şöyle ya da böyle, kararlı atom desenleridir. Sabun köpükleri
küresel olma eğilimindedir, çünkü küresellik, gazla dolu ince tabakalar için kararlı bir
biçimdir. Bir uzay aracındaki su da kürecikler halinde kararlıdır, ancak dünyada, yerçekimi
etkisinde, hareketsiz haldeki su, düz ve yatay bir yüzey halinde kararlıdır. Tuz kristalleri küp
şeklini almaya yatkındır çünkü bu, sodyum ve klorür iyonlarını paketlemek için en kararlı
yoldur. Güneşte, bildiğimiz en basit atomlar olan hidrojen atomları, helyum atomları
oluşturmak üzere birleşirler, çünkü oradaki koşullar altında helyum şekillenmesi daha
kararlıdır. Daha da karmaşık başka atomlar tüm evrende oluşmaya devam ediyorlar;
günümüzde kabul gören kurama göre de, evreni başlatmış olan “big bang” ile oluşmuşlardı.
Dünyamızdaki elementlerin kökeni de budur.
Atomlar karşılaştıklarında, bazen, kimyasal tepkimelerle bağlanarak molekülleri yaparlar.
Bu moleküller atomlardan daha az ya da daha çok kararlılık gösterebilirler. Böylesi
moleküller çok büyük de olabilirler. Elmas gibi bir kristale tek bir molekül olarak bakılabilir.
Hepimizin bildiği gibi elmas kararlı bir moleküldür; ayrıca, iç atom yapısı sürgit tekrarlandığı
için de çok basittir. Günümüz canlılarında çok karmaşık başka büyük moleküller de vardır ve
bunların karmaşıklığı birçok düzeyde kendini gösterebilir. Kanımızdaki hemoglobin tipik bir
protein molekülüdür; daha küçük moleküllerin, amino asitlerin, oluşturduğu zincirlerden
yapılmıştır. Her bir amino asit ise belirli bir düzende bir araya gelmiş birkaç düzine atom
içerir. Hemoglobin molekülünde 574 amino asit molekülü vardır. Bu atomlar dört zincir
şeklinde düzenlenmiştir ve zincirler birbirleri etrafında sarılıp bükülerek, şaşırtıcı
karmaşıklıktaki, üç boyutlu küresel bir yapı oluştururlar. Bir hemoglobin molekülünün modeli
sık dikenli bir çalıya benzer. Ancak gerçek dikenli bir çalının tersine rastlantısal yaklaşık bir
desen değil de, belirli ve değişmez bir yapısı vardır ve bu yapı ortalama bir insan vücudunda,
tek bir dal ya da tek bir büklüm yerinden oynamaksızın, altı bin milyon kere milyon kere
milyon kereden de fazla kendini aynen tekrarlar. Hemoglobin benzeri protein
moleküllerindeki kesin biçim kararlıdır; şöyle ki, aynı amino asit dizisine sahip iki zincir -iki
yay gibi- aynı üç boyutlu, kıvrımlı biçimi almaya eğilimlidir. Hemoglobin çalıları
Gen Bencildir, Richard Dawkins
vücudumuzda saniyede dört yüz milyon kere milyon hızıyla, yeğledikleri düzeni alırlar ve
başka hemoglobin molekülleri de aynı hızla bozunurlar.
Hemoglobin, atomların kararlı yapılar oluşturmaya eğilimli olduğunu göstermek için
kullandığım modern bir molekül. Burada konumuzla ilgili olan nokta şu: Yaşam dünyaya
gelmezden önce, moleküller kimya ve fiziğin bildiğimiz süreçleriyle de ilkel bir evrimleşme
geçirebilirlerdi. Tasarım, amaç ya da yönelim aramamıza gerek yok; eğer bir grup atom,
enerji eşliğinde kararlı bir yapı alırsa, bu biçimde kalmaya eğilimlidir. En ilksel doğal seçilim,
basitçe, kararlı yapıların seçilip kararsızların reddedilmesiydi.
Yaşamın başlangıcından önce hangi kimyasal hammaddelerin bolca bulunduğunu
bilmiyoruz, ancak en akla yakın olasılıklar arasında su, karbondioksit, metan ve amonyak var:
Hepsi de Güneş sistemimizdeki diğer bazı gezegenlerde bulunduğu bilinen basit bileşikler.
Kimyacılar, genç dünyanın kimyasal koşullarını taklit etmeye çalıştılar. Bu basit maddeleri bir
kaba koydular ve bu kaba morötesi ışık veya elektrik kıvılcımı gibi ilkel şimşeği taklit eden
bir enerji uyguladılar. Bundan birkaç hafta sonra, kabın içinde ilginç bir şeyler bulundu:
Başlangıçta kaba konulanlardan daha karmaşık olan moleküllerden çok sayıda içeren, koyu
olmayan kahverengi bir çorba. Özellikle, amino asitler bulundu: İki büyük biyolojik molekül
sınıfından biri olan proteinlerin yapı taşları. Bu deneyler yapılmadan önce, doğada bulunan
amino asitler yaşamın varlığının bir göstergesi olarak düşünüldüler. Şimdi ise, amino asitlerin
varlığı yalnızca atmosferde birkaç basit gazın, bazı yanardağların, güneş ışığının veya
yıldırımlı bir havanın bulunduğuna işaret eder. Daha da sonra, dünyada yaşamın ortaya
çıkmasından önceki kimyasal koşulların laboratuarda taklit edilmesi sonucu, pürin ve
pirimidin adı verilen organik maddeler de elde edildi. Pürin ve pirimidinler ise, genetik
molekülün, yani DNA’nın yapıtaşlarıdır.
Bunlara benzer süreçler, biyologların ve kimyacıların dört bin milyon yıl önce denizleri
oluşturduğuna inandıkları “ilksel çorba”yı ortaya çıkarmış olmalı. 0rganik maddeler yer yer
derişik bölgeler oluşturdu; belki de kıyılar boyunca kurumakta olan köpüklerde ya da küçük,
asıltı halindeki damlacıklarda... Bu bölgeler enerjinin, örneğin güneşten gelen morötesi ışık
gibi, devam eden etkisiyle daha büyük moleküller yapmak üzere birleştiler. Günümüzde,
büyük organik moleküller fark edilecek kadar uzun varolamıyorlar: Bakteriler ya da başka
canlılar tarafından özümleniyor ve parçalanıyorlar. Ancak, bakteriler ve diğer canlılar
sonradan oluştular ve o günlerde organik moleküller gittikçe koyulaşmakta olan çorbanın
içinde rahatsız edilmeksizin sürüklenebiliyorlardı.
Bir yerlerde, rastlantısal olarak, dikkate değer özellikleri olan bir molekül oluştu. Buna
Eşleyici adını vereceğiz. Bunun ortalıktaki moleküllerin en büyüğü ya da en karmaşığı olması
gerekmiyordu, ama kendi kopyalarını yaratabilmek gibi olağandışı bir özelliği vardı. Bu
rastlantının oluşma olasılığı pek fazla gibi görünmeyebilir; öyleydi de... Gerçekleşme olasılığı
çok düşüktü. Bir insan yaşamı ele alındığında, çok düşük olasılıklar pratik amaçlar için
olanaksızdır, denebilir. Spor Toto’da büyük ödülü hiçbir zaman kazanamamamızın nedeni
budur. Ancak, neyin olanaklı neyin olanaksız olduğu konusunda insanca tahminler yaparken,
yüzlerce milyon sene ile uğraşmaya alışkın değiliz. Eğer yüzlerce milyon sene boyunca her
hafta Toto kuponu doldurursanız, birçok kez büyük ödül kazanabilirsiniz.
Aslında, kendi kopyalarını yapabilen bir molekül düşünmek, ilk başta sanıldığı kadar da
zor değil (Unutmayalım ki, tek bir kez ortaya çıkması yeterli). Eşleyiciyi bir şablon veya bir
kalıp olarak düşünün; çok çeşitli yapıtaşı moleküllerden oluşmuş, karmaşık zincirler içeren
Gen Bencildir, Richard Dawkins
büyük bir molekül düşleyin. Küçük yapıtaşları eşleyiciyi çevreleyen çorbada bolca
bulunuyordu. Şimdi, her yapıtaşının kendi türü ile birleşmeye eğilimli olduğunu varsayınız.
Bu varsayım sonucu, çorba içindeki bir yapıtaşı, eğilimli olduğu eşleyici parçasının yanına
geldiğinde orada kalmaya yatkın olacaktır. Bu şekilde bağlanan yapıtaşları, kendiliklerinden
eşleyiciyi taklit eden bir dizi şeklinde düzenlenecektir. Bundan sonra, aynen asıl eşleyicinin
oluşumunda olduğu gibi, yapıtaşlarının kararlı bir zincir oluşturacağını düşünmek çok kolay.
Bu süreç üstüste dizilen tabakalar halinde devam edebilir. Kristaller de işte böyle oluşur. Öte
yandan iki zincir ayrılabilir; o zaman da elimizde iki tane eşleyici olur ve her biri başka
kopyalar yapmaya devam edebilir.
Daha da karmaşık bir olasılık şöyle olabilir: Her yapıtaşının kendi türüne karşı değil de,
belirli başka bir türe karşı eğilimi vardır. Böyle olduğu takdirde, eşleyici tam bir eş yerine, bir
çeşit “negatif” için kalıp işlevi görecektir. Bu negatif ise, tekrar orijinal pozitifin tam bir
kopyasını yapacaktır. Bizim amaçlarımız için, ilk eşleme işleminin pozitif negatif mi yoksa
pozitif-pozitif mi olduğu önemli değil, ancak belirtilmesi gereken nokta, ilk eşleyicinin
günümüzdeki benzerleri DNA moleküllerinin pozitif-negatif eşleme kullanmalarıdır. Önemli
olan, dünyada bir anda yeni bir tür “kararlılığın” ortaya çıkmasıdır. Bundan önce, büyük
olasılıkla, çorba içinde bolca bulunabilen belirli bir molekül türü yoktu; çünkü moleküllerin
hepsi de şans eseri belirli bir kararlı biçim alan yapıtaşlarına bağlıydı (Eşleyici doğar doğmaz
kopyalarını hızla denizlere dağıtmış olmalı; daha küçük yapıtaşı moleküller ender rastlanır
hale gelene ve diğer daha büyük moleküllerin oluşumu gittikçe seyrekleşene değin).
Böylece, eş kopyalardan oluşmuş kalabalık bir nüfusa geliyoruz. Şimdi de, her türlü
kopyalama işlemine ilişkin çok önemli bir noktadan söz etmeliyiz: Kopyalama mükemmel
değildir.
Eğer evrim hakkında zaten birşeyler biliyorsanız, bu son noktada küçük bir paradoks
bulabilirsiniz. Kopyalama yanlışlarının evrimin oluşmasında temel bir önkoşul olması
düşüncesi ile doğal seçilimin aslına sadık kopyalama lehine çalıştığı nitelemesini
bağdaştırabilir miyiz? Yanıt şöyle: Evrim, bir anlamda, “iyi bir şey” gibi görünüyorsa da, -
özellikle bizler evrim ürünleri olduğumuz için- gerçekte hiçbir şey evrimleşmek “istemez”.
Evrim ister istemez oluşan bir şeydir, eşleyicilerin (günümüzde genlerin) bunu engellemek
için harcadıkları tüm çabaya karşın... Jacques Monod bu noktayı Herbert Spencer
konferansında çok iyi vurguladı: “Evrim kuramının başka bir garip yönü de herkesin onu
anladığını zannetmesidir!”
İlksel çorbaya dönecek olursak, kararlı molekül çeşitleriyle dolmuş olduğunu
düşünebiliriz; tek tek moleküller ya uzun yaşıyordu ya daha hızlı eşleniyorlardı ya da hatasız
eşleniyorlardı. Bu üç tür kararlılığa doğru evrimsel eğilimler ortaya çıkmasının anlamı şu:
Eğer çorbadan iki farklı zamanda örnek alırsak, son alınan örnekte uzun
ömürlü/doğurgan/doğru kopyalayıcı çeşitlerin oranı daha fazla olacaktı. İşte, bir biyologun
canlıların evriminden bahsederken kastettiği temel olarak budur ve kullanılan mekanizma da
aynıdır, doğal seçilim...
Şimdi, ilk eşleyicileri “canlı” sayacak mıyız? İlk eşleyicilere canlı desek de demesek de,
onlar yaşamın başlangıcı ve bizim atalarımız oldular.
Tartışmada bundan sonraki önemli bağlantı, Darwin’in kendisinin de önem verdiği (aslında
o hayvanlar ve bitkilerden söz ediyordu, moleküllerden değil) bağlantı, yarışmadır. İlksel
çorba, sonsuz sayıda eşleyici molekülünü yaşatabilecek nitelikte değildi. Bunun bir nedeni de
Gen Bencildir, Richard Dawkins
dünyanın büyüklüğünün sonlu olmasıdır. Ancak daha başka sınırlayıcı unsurlar da önem
kazanmış olmalı.
Eşleyici molekülüne bir kalıp veya şablon olarak bakarken, molekülün, kopyalar yapmak
için gerekli olan yapıtaşlarından bolca içeren bir çorba içinde yüzdüğünü düşündük. Ancak
eşleyici moleküllerinin sayısı çoğaldıkça, yapı taşları hızla azalmış, ender rastlanır ve değerli
hale gelmiş, değişik eşleyici çeşitleri ve soyları yapı taşları için yarışmaya başlamış olmalı.
Avantajlı eşleyici türlerinin sayısını artırmış olabilecek unsurları ele aldık. İşte şimdi de, daha
az avantaja sahip çeşitlerin sayılarının, yarışma nedeniyle, azalmış olması gerektiğini
görüyoruz. Sonunda birçok çeşit tükenmiş olmalı. Eşleyici çeşitleri arasında bir varolma
çabası vardı. Çabaladıklarının farkında değillerdi, kaygılanmıyorlardı da; birbirlerine karşı
kötü duygular beslemeden -aslında hiç duyguları olmadan- çabalarını sürdürdüler.
Çabaladılar, çünkü daha yüksek bir kararlılık düzeyine yol açabilecek bir yanlış kopyalama ya
da rakiplerin kararlılığını azaltabilecek yeni bir yol hemen kalıcı oluyor ve yaygınlaşıyordu.
İlerleme sürecinin birikimci bir karakteri vardı. Kararlılığı artırma ve rakiplerinkini azaltma
yolları daha incelikli ve daha etkili hale geldi. Bazı eşleyiciler, rakip türleri kimyasal olarak
parçalamayı ve bunun sonucunda oluşan yapıtaşlarını kendi kopyalarını yapmak için
kullanmayı öğrenmiş bile olabilir. Bu ilk et-oburlar, aynı zamanda hem rakiplerini ortadan
kaldırdılar, hem de besin elde etmiş oldular. Başka eşleyiciler, belki de, ya kimyasal olarak ya
da etraflarına proteinden yapılmış gerçek bir duvar örerek kendilerini korumayı öğrendiler. İlk
canlı hücrelerin ortaya çıkışı böylece gerçekleşmiş olabilir. Eşleyiciler yalnızca varolmakla
kalmadılar, varlıklarının devamı için kendilerine kaplar, araçlar da yaptılar. Varolmaya devam
edebilenler, kendilerine içinde yaşamak için yaşamkalım makineleri yapabilenler oldu. İlk
yaşamkalım makineleri, olasıdır ki, koruyucu bir örtüden fazla birşeyler içermiyordu. Ancak,
daha incelikli ve daha etkin yaşamkalım makineleri olan yeni rakipler ortaya çıktıkça, hayat
daha da zorlaştı. Yaşamkalım makineleri büyüdü ve daha karmaşıklaştı; süreç ilerledi ve
özellikler birbiri ardına eklendi.
Eşleyicilerin kendilerini devam ettirebilmek için kullandıkları tekniklerin ve kurnazlıkların
giderek gelişmesinin bir sonu var mıydı? Gelişme için epey zaman vardı. Milyonlarca yıl
boyunca, daha ne gibi tuhaf kendini koruma makineleri gelişecekti? İlk eşleyiciyi dört bin
milyon yıl sonra hangi alınyazısı bekliyordu? Soyları tükenmedi, çünkü onlar yaşamkalım
sanatının en eski ustalarıydılar. Ama onların hala denizlerde başıboş gezindiklerini sanmayın;
bu şövalye özgürlüğünden uzun zaman önce vazgeçtiler. Şimdi devasa koloniler içinde
kaynaşıyorlar; hantal ve kocaman robotlar içinde, dış dünyadan kopuk ve onunla yalnızca
dolaylı yollarla iletişim kurarak ve onu uzaktan kumanda ederek yaşıyorlar. Sizin içinizdeler,
benim içimdeler; bizi, gövdemizi ve aklımızı yarattılar ve onların korunması varoluşumuzun
nihai amacı. Uzun bir yol katettiler bu eşleyiciler. Şimdi genler adıyla tanınıyorlar ve biz
onların yaşamkalım makineleriyiz.
ÖLÜMSÜZ SARMALLAR
Biz yaşamkalım makineleriyiz, ancak “biz” sözcüğü sadece insanları kapsamıyor. Bu
kelime tüm hayvanları, bitkileri, bakteri ve virüsleri kucaklıyor. Yeryüzündeki yaşamkalım
makinelerinin toplam sayısını bilmek çok zor; toplam tür sayısı bile bilinmiyor. Sadece
böcekleri alsak bile, canlı türlerinin sayısının üç milyon dolaylarında olduğu sanılıyor; böcek
bireylerin sayısı ise bir milyon kere milyon kere milyon olabilir.
Gen Bencildir, Richard Dawkins
Değişik çeşitten yaşamkalım makinelerinin hem dış görünüşleri hem de iç organları büyük
farklılıklar sergiler. Ahtapotun fareye benzer bir tarafı yoktur ve her ikisi de bir meşe
ağacından oldukça farklıdır. Yine de, temel kimyaları ve özellikle, taşıdıkları eşleyiciler -
genler- bakteriden file kadar, hepimizde, temelde aynı tür moleküldür. Bizler, hepimiz, aynı
tür eşleyici -DNA adını verdiğimiz moleküller- için yaşamkalım makineleriyiz; yine de
yeryüzünde birçok farklı hayat biçimi var ve eşleyiciler kullanmak üzere geniş bir makineler
yelpazesi geliştirmişler. Bir maymun, genleri ağaçlar üzerinde koruyan bir makine, bir balık
ise genleri suda koruyan bir makinedir. Hatta, genlerini Alman bira mayasının içinde koruyan
bir kurtçuk bile vardır. DNA bu anlamda gizemli yöntemlere sahiptir.
DNA molekülü yapı taşlarından -nükleotid adı verilen küçük moleküllerden- oluşmuş uzun
bir zincirdir. Protein moleküllerinin amino asit zincirleri olması gibi, DNA molekülleri de
nükleotid zincirleridir. Bir DNA molekülü görülemeyecek denli küçüktür, ancak tam biçimi
dolaylı yollardan, dahice ortaya çıkartılmıştır. Bir çift nükleotid zincirinin birlikte zarif bir
helezon şeklinde bükülmesiyle oluşur: “çifte sarmal” ya da “ölümsüz sarmal”. Yalnızca dört
çeşit nükleotid yapı taşı vardır ve A, T, G ve C harfleriyle kısaltılırlar. Bunlar tüm
hayvanlarda ve bitkilerde aynıdır. Farklı olan, diziliş sıralarıdır. Bir insandaki G yapı taşı, her
açıdan bir sümüklüböcekteki ile aynıdır. Fakat bir insanın yapı taşlarının dizilişi yalnızca
sümüklüböceğinkinden farklı olmakla kalmaz; tüm diğer insanlardaki dizilişinden de farklıdır
- aradaki fark, sümüklüböcekle olan farktan daha az olsa da... Eş ikizlerin özel durumu bu
kuralın dışındadır.
DNA’mız vücudumuzun içinde yaşar. Vücudun belli bir bölgesinde yoğunlaşmış değil de,
hücrelerimize dağılmıştır. Ortalama insan vücudunu yapan, yaklaşık, bin kere milyon kere
milyon tane hücre vardır ve gözardı edebileceğimiz bazı istisnalar dışında, bu hücrelerin her
biri içinde bulunduğu vücudun DNA’sının tam bir kopyasını içerir. Bu DNA’ya,
nükleotidlerin A, B, C, G alfabesiyle yazılmış vücudun nasıl yapılacağına bildiren bir
yönetmelik olarak bakabiliriz (Devasa bir yapının her odasında, mimarın tüm bina için yaptığı
planları içeren bir kitaplık varmışcasına). Bir hücredeki “kitaplığa” ise, çekirdek diyoruz.
İnsanda mimarın planları 46 cilt tutuyor, diğer türlerde ise bu sayı değişik.
“Ciltler” ise kromozom olarak adlandırılıyorlar; bunlar mikroskop altında uzun iplikler
biçiminde gözlenebilirler ve genler de kromozomlar üzerinde dizilmiştir. Bir genin nerede
bitip, diğerinin nerede başladığına karar verebilmek kolay değil; aslında anlamlı bile
olmayabilir. Neyse ki, bu bölümde göreceğiniz gibi, bizim amaçlarımız için farketmiyor.
Mimarın planları eğretilemesini kullanacak ve bilimsel dili bu eğretilemenin terimleriyle,
özgürce, karıştıracağım. Kromozom yerine “cilt”, gen yerine de “sayfa” sözcüklerini
kullanacağım. Genler arasındaki ayrım, sayfalar arasındaki ayrım kadar keskin olmamakla
birlikte, bu eğretileme bize oldukça yol aldıracak.
DNA molekülleri iki önemli iş yaparlar. Birincisi eşlenirler, yani kendilerinin kopyalarını
yaparlar. Bu yaşamın başlangıcından beri, hiç durmaksızın süre gelmiştir ve günümüzde DNA
molekülleri bu işte gerçekten çok ustalaşmışlardır. Bir yetişkin olarak, siz, bin kere milyon
kere milyon hücreden oluşursunuz ama anneniz gebeliğe, mimarın planının bir ana kopyasını
içeren tek bir hücre ile başladı. Bu hücre ikiye bölündü ve bu iki hücrenin her biri planların
bir kopyasını aldı. Birbiri ardısıra gelen bölünmeler hücre sayısını 4’e, 8’e,16’ya, 32’ye ve bu
şekilde devam ederek milyarlara götürdü. Her bölünmede DNA planları aslına sadık kalarak
ve çok ender hata yaparak kopyalandı.
Gen Bencildir, Richard Dawkins
DNA’nın ikilenmesi, önemli iki işten biri. Peki, DNA gerçekten bir bedeni yapmak için bir
planlar takımıysa, bu planlar nasıl gerçekleştiriliyor? Bedenin dokusuna nasıl çevriliyor? Bu
bizi, DNA’nın yaptığı ikinci işe getiriyor. DNA, dolaylı olarak, farklı bir tür molekülün -
proteinin- yapımını yönetir. Son bölümde bahsettiğim hemoglobin, çok sayıdaki farklı protein
moleküllerinden sadece biridir. Dört harfli nükleotid alfabesi ile yazılmış olan şifreli DNA
mesajı, basit bir mekanik yöntemle başka bir alfabeye, protein moleküllerini heceleyen
aminoasitler alfabesine çevrilir.
Protein yapımı, bir beden yapımından çok uzakmış gibi görünüyor, ancak bu doğrultuda
atılan ilk küçük adımdır. Proteinler yalnızca vücudun fiziksel dokusunun çoğunu
oluşturmakla kalmaz, aynı zamanda, hücre içindeki tüm kimyasal süreçleri hassas bir denetim
altında tutarak, tam yerinde ve tam zamanında bu süreçleri seçmeli bir yöntemle başlatır ya da
durdurur. Bu süreçlerin bir bebek oluşumunu nasıl gerçekleştirdiği ise, embriyologları
onyıllar, belki de yüzyıllar boyunca uğraştıracak bir öykü. Bu bir gerçek. Genler bedenlerin
yapımını dolaylı yollardan denetler ve etkileri kesinlikle tek bir doğrultudadır: Edinilmiş
özellikler kalıtsal değildir. Yaşamınız boyunca ne kadar bilgi ve akıl edinirseniz edinin, bir
damlası bile çocuklarınıza genetik yollarla geçmez. Her yeni kuşak sıfırdan başlar. Bir beden,
genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçlarıdır.
Genlerin cenin gelişmesini denetledikleri gerçeğinin evrime ilişkin önemi şudur: Genler,
gelecekte yaşamlarını sürdürebilmelerinden sorumludurlar -en azından kısmen-, çünkü
yaşamaya devam edebilmeleri, içinde yaşadıkları ve yapılmasına yardım ettikleri bedene
bağlıdır.
Genlerde uzak görüşlülük yok; geleceği planlamıyorlar. Genler yalnızca varlar, bazı genler
diğerlerinden daha becerikli ya da değil, ve işte hepsi bu... Ancak, bir genin uzun
ömürlülüğünü ya da doğurganlığını belirleyen nitelikler eskisi kadar basit değil.
Geçmiş yıllarda -son altı yüz milyon yıl içinde- eşleyiciler, yaşamkalım makinesi
teknolojisinde kayda değer başarılar sağladılar: Kas gibi, yürek gibi... Hele göz birçok kez
diğerlerinden bağımsız olarak gelişti. Bundan önce, eşleyiciler olarak, yaşam tarzlarının temel
özelliklerini değiştirdiler; eğer tartışmaya devam edeceksek bunu iyice anlamamız gerekiyor.
Çağdaş bir eşleyici hakkında kavramamız gereken ilk şey, çoğunlukla sürü halinde
yaşamasıdır. Bir yaşamkalım makinesi, yalnızca tek bir geni değil, milyonlarcasını taşıyan bir
araçtır. Bir bedenin yapımı öylesine karmaşık, öylesine bir işbirliği ürünüdür ki, bir genin
katkısını bir diğerinden ayırmak hemen hemen olanaksızdır. Belirli bir genin, bedenin değişik
bölgelerinde birbirinden farklı etkisi olacaktır. Bedenin belirli bir bölgesi birçok genin etkisi
altındadır ve bir genin etkileri, birçok başka genlerle etkileşime dayanır. Bazı genler, başka
gen kümelerinin işlemlerini denetleyen ana genler olarak işlev görürler. Benzetmemizin
terimleriyle, planların verilen bir sayfası yapının birçok farklı kısımlarına göndermede
bulunur; her sayfa, yalnızca, çok sayıda başka sayfalara göndermeler yaparak anlamını bulur.
Bir insan bedenindeki inşaat planlarının 46 cilt tuttuğunu söylemiştim. Aslında bu, aşırı bir
basitleştirmeydi; gerçek oldukça tuhaf... Bu 46 kromozom, 23 kromozom çiftinden oluşuyor.
Her hücrenin çekirdeğinde dosyalanmış, iki tane 23 ciltlik plan seçeneği var. Bunları Cilt la
ve Cilt lb, Cilt 2a ve Cilt 2b şeklinde, Cilt 23a ve Cilt 23b’ye kadar adlandıralım. Elbette ki,
ciltler için kullandığım ve daha sonra sayfalar için kullanacağım bu numaralar gelişigüzel
seçildiler.
Her kromozomu, onları erbezlerinde veya yumurtalıklarında geliştiren iki ebeveynimizin
Gen Bencildir, Richard Dawkins
birinden alırız. Diyelim ki, Cilt la, 2a, 3a, ... babadan, Cilt lb, 2b, 3b, ... ise anadan gelsin.
Uygulamada çok zor ama kuramsal olarak, herhangi bir hücrenizdeki 46 kromozoma
mikroskopla bakıp da, annenizden gelen 23 taneyi ve babanızdan gelen 23 taneyi seçmek
olanaklı.
Tüm genler, sürekli olarak, bireysel yaşamkalım makinelerinin içinde bağlıdır. Genlerimiz,
bizlere, döllenme sırasında paylaştırılır ve bu konuda yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur. Yine
de, tüm toplumun genleri, uzun dönemde bir gen havuzu olarak düşünülebilir. Gerçekte de, bu
terim genetikçilerin kullandığı bir teknik terim. Gen havuzu işe yarayan bir soyutlamadır,
çünkü eşeylilik genleri dikkatle örgütlenmiş bir biçimde karıştırır.
Bir hücrenin her biri tüm 46 kromozomun tam kopyasını taşıyan iki yeni hücre oluşturmak
üzere bölünmesini açıkladım. Bu biçimdeki olağan hücre bölünmesine mitoz adı veriliyor,
ancak mayoz olarak adlandırılan bir başka hücre bölünmesi türü daha var. Mayoz bölünme
yalnızca eşey hücrelerinin, sperm veya yumurtaların, üretiminde gözlenir. Sperm ve
yumurtaların diğer hücrelerimizde görülmeyen bir özelliği var: 46 kromozom yerine, yalnızca
23 kromozom içeriyorlar. Bu 46’nın tam yarısı; eşeyli döllenme ile birleştiklerinde yeni bir
birey yapmak için çok uygun! Mayoz, yalnızca erbezlerinde ve yumurtalıklarda gözlenen özel
bir tür hücre bölünmesi. Mayoz bölünmede, ikişerli tam bir takımdan oluşan 46 kromozomlu
bir hücre bölünerek, tekli bir takımdan oluşan 23 kromozomlu eşey hücrelerini oluşturuyor
(Kullanılan örnekteki rakamlar insanlara özgü kromozom sayılarıdır.)
23 kromozomuyla sperm, erbezlerindeki olağan 46 kromozomlu hücrelerin mayoz
bölünmesi ile oluşur.
Bir spermdeki herhangi bir kromozom kırk pareli bir bohça, anneden gelen genlerle
babadan gelen genlerden oluşan bir mozaiktir.
İşte bu noktada genler için kullandığım sayfa eğretilemesi aksamaya başlıyor. Yaprakları
kolayca çıkartılabilen ciltte tam bir sayfa eklenebilir, alınabilir ya da değiştirilebilir, ancak
sayfanın bir bölümü için bu geçerli değil. Gen kompleksi belirgin bir biçimde ayrı ayrı
sayfalara bölünmüş değil; yalnızca nükleotid harflerinden oluşmuş uzun bir zincir. Aslında,
protein mesajlarının yazılı olduğu dört harfli alfabenin aynısı ile yazılmış, PROTEİN
ZİNCİRİ MESAJININ SONU ve PROTEİN ZİNCİRİ MESAJININ BAŞI için özel simgeler
vardır. Bu iki noktalama işareti arasında da, bir tek proteinin yapımına ilişkin şifrelenmiş
talimatlar bulunur. İstersek, bir geni, BAŞLA ve SON simgeleri arasında yer alan ve bir
protein dizisi için şifre oluşturan nükleotid harfleri dizisi olarak tanımlayabiliriz. Bu şekilde
tanımlanmış bir birim için sistron kelimesi kullanılıyor, kimileri ise gen sözcüğünü sistron ile
değişimli olarak kullanıyor.
Bir genetik birimin beklenen ortalama yaşam süresi nesillerle ifade edilebilir ki, bu da
yıllara çevrilebilir. Genetik birim olarak bütün bir kromozomu ele alacak olursak, yaşam
öyküsü yalnızca bir nesil sürer. 8a numaralı kromozomunuzu babanızdan aldığınızı
düşününüz. Siz oluşmadan hemen önce, babanızın erbezlerinde yaratılmıştı. Dünya tarihinde
daha evvel hiç varolmamıştı. Babaannenizden ve büyükbabanızdan gelen kromozom
parçalarının bir araya gelip, mayoz sürecindeki karıştırma işleminden geçmesiyle oluştu.
Belirli bir spermin içine yerleştirildi; eşi yoktu. Sperm ise, milyonlarca spermden bir
tanesiydi, Bu milyonlarca sperm, koca bir teknecikler ordusu, annenizin içine doğru hep
birlikte yüzdüler. Sizin özel sperm ise (çift yumurta ikizleri olmadığınız sürece), bu donanma
içinde, annenizin yumurtalarından birini kendine liman seçen tek sperm oldu; işte
varolmanızın nedeni bu!
Gen Bencildir, Richard Dawkins
Unutmayınız ki, bir bireyden oluşan nesiller düz bir çizgide ilerlemezler, aksine dallanırlar.
8a kromozomunuzdaki şu özel kısa birimi atalarınızdan hangisi “yaratmış” olursa olsun, aynı
soydan gelen sizden başka kişiler de vardır. İkinci dereceden kuzeninizde de belki aynı
genetik birim vardır. Bende de olabilir. Başbakanda da ve köpeğinizde de; yeterince geriye
gidersek hepimiz aynı ataları paylaşırız. Ayrıca, aynı küçük genetik birim, şans eseri, birçok
kereler bağımsız olarak yaratılmış olabilir: Eğer birim küçükse, böyle bir rastlantı hiç de
olanaksız değil. Ancak, en yakın akrabanızla bile tümüyle aynı bir kromozoma sahip olma
şansınız çok az. Bir genetik birim ne kadar küçükse, başka bir bireyde aynısını bulma olasılığı
o kadar artar (Dünya üzerinde kopyalar halinde birçok kez bulunma olasılığı o kadar fazladır).
Daha önceden de varolan alt-birimlerin rastlantısal olarak çaprazlama yoluyla biraraya
gelmeleri, yeni bir genetik birimi oluşturan alışılagelmiş yöntemdir. Evrimsel önemi büyük
olan başka bir yol ise, nokta mutasyonlarıdır. Bir nokta mutasyonu, bir kitapta yanlış basılmış
tek bir harfe karşılık gelir. Ender görülür; genetik birim ne kadar uzunsa, bu uzunluk boyunca
bir yerlerde bir mutasyon sonucu değişmesi olasılığı da o kadar fazladır.
Uzun-dönemdeki sonuçları önemli olan bir başka hata ya da mutasyon ise ters çevrilmedir.
Bir kromozom parçası iki ucundan da kopar, tepe taklak döner ve ters dönmüş konumda
tekrar kromozoma bağlanır. Önceki benzetmemizin terimleriyle bu, sayfaların yeniden
numaralanmasını gerektirecektir. Bazen de kromozom bölümleri ters dönmekle kalmaz, gidip
kromozomun tamamen farklı bir yerine bağlanır ve hatta tamamen farklı bir kromozoma da
yapışabilirler. Bu, bir sayfa tomarının bir ciltten başka bir cilde aktarılmasına karşılık gelir.
Bu tür yanlışlar genellikle vahim sonuçlar doğurur ancak bazen de genetik malzeme parçaları,
yakın bağlantı oluşturarak birlikte iyi çalışıvermeye başlarlar. Belki de, yalnızca birarada iken
yararlı etki gösterebilecek iki sistron –bir biçimde birbirlerini kuvvetlendiriyor ya da
tamamlıyor olabilirler-, ters çevrilerek biraraya gelirler. Böyle bir durumda, doğal seçilim
yeni “genetik birim” lehine çalışacaktır ve gelecek kuşaklarda yeni birim yaygınlaşacaktır.
Olasıdır ki, yıllar boyunca, gen kompleksleri bu gibi yollarla yoğun biçimde yeniden
ayarlanmış ya da “yayınlanmıştır.”
Genin parçacık özelliğinin bir başka yönü de, ihtiyarlamayışıdır; milyon yaşına geldiğinde
ölme olasılığı 100 yaşındakinden fazla değildir. Nesiller boyunca bir bedenden diğerine atlar,
kendi amaçları doğrultusunda ve kendi yöntemleri ile bu bedenleri yönlendirir, birbiri
peşisıra, bu ölümlü bedenler ihtiyarlayıp ölmeden onları terkeder.
Genler ölümsüzdür, daha doğrusu, ölümsüz yakıştırmasına yaklaşabilen genetik
varlıklardır. Bizler, dünya üzerindeki bireysel yaşamkalım makineleri, yalnızca 10-20 yıl daha
yaşamayı umabiliriz. Dünyadaki genlerin yaşam süresi ise binlerce, milyonlarca yıl ile
ölçülmelidir.
Bireysel bir beden yaşadığı sürece başkalarından yeterli derecede ayrı görünür, ancak bu
ne kadar sürüyor ki? Her birey tektir; bir eşi yoktur. Eğer her varlığın tek bir kopyası varsa,
varlıklar arasında seçim yaparak evrimi gerçekleştiremezsiniz! Eşeyli üreme, eşleme değildir.
Bir topluluğun başka topluluklarla karışması gibi, bir birey de cinsel eşi ile kaynaşarak
döllerini yapar. Çocuklarınız sizin yarınızdır; torunlarınız ise dörtte biriniz... Birkaç kuşak
sonrası için umabileceğiniz en iyi şey, birkaç tanesi sizin soyadınızı taşıyan, ama hepsi de
sizden minik bir parça -birkaç gen- içeren, çok sayıda döl olacaktır.
Bireyler kararlı varlıklar değildir; geçicidirler. İskambil kağıtlarının dağıtılıp bir el
oynandıktan sonra, unutulmak için karılması gibi, kromozomlar da karıştırılırlar ve
Gen Bencildir, Richard Dawkins
unutulurlar. Ama karıştırdıktan sonra kartlar yok olmuyor, hala varlar. İşte, genler de kartlar
gibi. Çaprazlama genleri yok etmiyor, yalnızca eşlerini değiştiriyorlar ve genler yollarına
devam ediyorlar. Elbette devam edecekler. Onların işleri bu! Eşleyici olan onlar ve bizse
onların yaşamkalım makineleriyiz. Amaca ulaşıldığında bir kenara konuruz. Genlerse jeolojik
zamanın yerleşik sakinleridir: Genler ölümsüzdür.
Pırlantalar gibi genler de ölümsüzdür, ama tam da aynı anlamda değil... Bir pırlanta
kristali, değişmeyecek bir atom düzeninde varlığını sürdürür. DNA moleküllerinin ise bu tür
bir kalıcılığı yoktur. Tek bir DNA molekülünü ele alırsak, yaşamı oldukça kısadır (Belki de
birkaç ay; bir birey ömründen kesinlikle daha uzun değil). Ancak, bir DNA molekülü
kuramsal olarak, kendisinin kopyaları halinde, yüzlerce milyon yıl yaşamaya devam edebilir.
Bunun da ötesinde, ilksel çorbadaki eski eşleyiciler gibi, belirli bir genin kopyaları tüm
dünyaya dağılabilir. Aradaki fark ise, çağdaş genlerin yaşamkalım makinelerinin bedenleri
içinde düzgünce paketlenmiş olmaları.
Yaptığım şey, bir genin tanımlayıcı özelliği olarak, kopyalarını yaparak ölümsüzlüğe
yakınlaşabileceğini vurgulamak. Geni tek bir sistron olarak tanımlamak bazı amaçlar için
yeterli, ancak evrim kuramı gözönüne alındığında bu anlamı genişletmek gerek. Ne kadar
genişleteceğimiz, tanımı ne amaçla yaptığımıza bağlı. Doğal seçilim için uygulanabilir bir
birim bulmak istiyoruz. Bunu yapabilmek için, kullanışlı bir doğal seçilim biriminde olması
gereken özellikleri saptamakla işe başlıyoruz. Bir önceki bölümün terimleriyle, bunlar uzun
ömürlülük, doğurganlık ve aslına sadık kopyalama olarak saptandı. Bundan sonra, “geni” bu
özellikleri taşıyan -en azından potansiyel olarak- en büyük birim olarak tanımlarız. Gen,
birçok ikili kopya halinde varolan, uzun yaşayan bir eşleyici... Sonsuza dek yaşamıyor. Bir
pırlanta bile gerçek anlamda sonsuza dek yaşamaz ve bir sistron bile çaprazlama sonucu ikiye
bölünebilir. Gen, dikkate değer bir doğal seçilim birimi olarak işlev görmeye yetecek
uzunlukta yaşayabilecek (potansiyel olarak) denli küçük bir kromozom parçası olarak
tanımlanır.
Bu “yeterli uzunluk” ne kadar? Kesin ve anında verilebilecek bir yanıt yok. Bu, doğal
seçilim “baskısının” ne denli şiddetli olduğuna bağlıdır; yani, “kötü” genetik birimin “iyi”
aleli karşısındaki ölüm olasılığının ne denli fazla olduğuna. Bu, bir örnekten diğerine
değişebilecek, niceliksel bir ayrıntıdır. En büyük, uygulanabilir doğal seçilim birimi -gen- için
bu süre sistron ve kromozomun yaşam süreleri arasında bir yerde.
Gen düzeyinde, özverili olma kötü, bencillik ise iyi olmalıdır. Bu özveri ve bencillik
tanımlarımızın doğal bir sonucu... Genler, yaşamda kalabilmek için, alelleriyle doğrudan bir
mücadele içindedirler; gen havuzundaki alelleri, gelecek kuşakların kromozomlarındaki yerler
için rakip durumundadırlar. Gen havuzu içinde yaşamını alelleri pahasına sürdürecek biçimde
davranan herhangi bir gen, tanım gereği, yaşamda kalacaktır. Gen bencilliğin temel birimidir.
GEN MAKİNESİ
Yaşamkalım makineleri, genleri rakiplerinin kimyasal saldırılarından ve moleküllerin
gelişigüzel bombardımanlarının zararlarından koruyan edilgen kaplar olarak işe başladılar; bir
çeşit duvar sağlamaktan öte bir fonksiyonları da pek yoktu. İlk günlerde, çorba içinde bol
bulunan organik moleküllerle “beslendiler”. Güneş ışığının enerjisiyle yüzyıllar boyunca
çorba içersinde yavaş yavaş birikmiş olan organik besin bittiğinde ise, bu rahat hayat sona
erdi. Yaşamkalım makinelerinin ana dallarından birisi -şimdi onlara bitkiler diyoruz- güneş
Gen Bencildir, Richard Dawkins
ışığını doğrudan kullanarak basit moleküllerden karmaşık moleküller yapmaya başladı; bu
karmaşık moleküller ilksel çorbadaki sentez süreçlerini çok daha yüksek hızlarda
yürütebiliyordu. Hayvanlar dediğimiz başka bir dal ise, bitkilerin kimyasal emeklerini nasıl
kullanabileceklerini “keşfetti”: Onları yiyerek ya da başka hayvanları yiyerek... Her iki ana
yaşammakinesi dalı da, kendilerine ait yaşam tarzları içinde verimliliklerini artırmak için
durmaksızın yeni ve ustalıklı hileler evrimleştirdiler; yeni yaşam biçimleri durmadan gelişti.
Her biri yaşamını kazanmak için özel bir yol seçerek uzmanlaşan ve mükemmelleşen altdallar
ve alt-alt-dallar oluştu: Denizde, toprağın üstünde, havada, yeraltında, ağaçlarda, başka
canlıların içinde... Bu alt-dallanmalar, bugün bizi bunca etkileyen uçsuz bucaksız bitki ve
hayvan çeşitliliğine yol açtı.
Hem hayvanlar hem de bitkiler çok-hücreli gövdeler biçiminde evrimleştiler; öyle ki tüm
genlerin eksiksiz kopyaları bu gövdelerde her hücreye dağıtılmıştı. Bu evrimleşmenin ne
zaman, neden ya da kaç kez bağımsız olarak gerçekleştiğini bilmiyoruz. Kimileri bedeni bir
hücreler kolonisi olarak tanımlayıp, bir koloni eğretilemesi kullanıyorlar: Bense bedeni bir
genler kolonisi, hücreyi ise genlerin kimya endüstrileri için uygun bir çalışma birimi olarak
düşünmeyi yeğliyorum.
Gen kolonisi olabilirler, ancak bu bedenlerin davranışlarıyla kendilerine özgü bir
bireysellik kazandıkları tartışılmaz. Bir hayvan, uyumlu bir bütün halinde hareket eder. Ben
kendimi bir birim gibi hissediyorum, bir koloni gibi değil. Bu beklenmesi gereken bir şey.
Seçilim, diğerleri ile işbirliği yapabilen genlerin lehine çalışır. Az bulunan kaynaklar için
yapılan bu yırtıcı yarışmada, bir başka deyişle diğer yaşamkalım makinelerini yemek için
yapılan bu amansız kavgada, başkaları tarafından yenmemek için, ortak beden içinde kargaşa
yerine merkezi bir düzenlemeye prim verilmiş olmalı. Günümüzde, genlerin bu karşılıklı ve
karmaşık evrimleşmeleri öyle bir düzeye gelmiştir ki, bir yaşam makinesinin komünsü yapısı
gözden kaçmaktadır. Birçok biyoloğun bu fikrimi kabullenmeyeceğini ve karşı çıkacağını
biliyorum.
Öyle görünüyor ki, yaşamkalım makineleri mil dirseği ve delikli karta hiç yüzvermemişler;
devinimlerini zamanlamak için kullandıkları alet, temel işleyişi çok farklı olmasına karşın, bir
bilgisayara daha çok benziyor. Biyolojik bilgisayarların ana biriminin -sinir hücresi ya da
nöron- iç işleyişi hiç de transistöre benzemiyor. Aslında nöronların birbirleri ile iletişim
kurdukları şifre, dijital bilgisayarların atım şifrelerine bir parça benziyor, ancak bir nöron
transistörden çok daha fazla gelişmiş bir veri-işlemci birimi. Diğer bileşenlerle yalnızca üç
bağlantı yapmak yerine, tek bir nöron binlerce bağlantı yapabilir. Nöron transistörden daha
yavaştır; ancak son yirmi senedir elektronik endüstrisini yönlendiren minyatürleştirme eğilimi
doğrultusunda çok daha öte noktalara ulaşmıştır. Bunu göstermek için insan beyninde on bin
milyon civarında nöron olduğu gerçeğini öne sürebiliriz; oysa bir kafatasının içerisine
yalnızca birkaç yüz transistör sığdırabiliriz.
Bitkilerin nörona gereksinimleri yok, çünkü ortalıkta dolaşıp durmuyorlar. Fakat hayvan
gruplarının birçoğunda nöron görüyoruz. Belki de nöron, hayvanların evrim sürecinde erken
“keşfedilmiş” ve tüm gruplara kalıtımla aktarılmıştır, ya da birbirinden bağımsız bir biçimde
tekrar tekrar keşfedilmiştir.
Nöronlar, temelde, diğer hücreler gibi bir çekirdeği ve kromozomları olan hücrelerdir.
Ancak hücre duvarları uzun, ince, tel-benzeri uzantılar şeklindedir. Genellikle, nöronun akson
adı verilen tek bir uzun “teli” vardır. Aksonun kalınlığının mikroskopik olmasına karşın,
Gen Bencildir, Richard Dawkins
uzunluğu birkaç metre olabilir: Örneğin birçok akson, tek başlarına, bir zürafanın boynunu bir
uçtan diğer uca katedebilir. Aksonlar, genellikle, sinir adını verdiğimiz kalın, çok-telli
kablolar biçiminde biraraya gelerek demetler oluştururlar. Sinirler bedenin bir bölümünden
diğerine telefon hattının kabloları gibi uzanır ve mesajları taşırlar. Diğer nöronların aksonları
kısadır ve yoğun bir sinir dokusu olan sinir düğümlerinde bulunurlar; eğer nöron çok büyükse
beyinde yer alır. Beynin işlevi bilgisayarların işlevine benzetilebilir; her iki makine de
depolanmış bilgilerine başvurarak karmaşık girdilerin çözümlemesini yaptıktan sonra,
karmaşık çıktılar oluştururlar.
Beynin, yaşamkalım makinelerinin başarısına yaptıkları asıl katkı, kasların kasılmalarını
denetleme ve düzenleme yoluyla olur. Bunu yapabilmek için gereksindikleri şey kaslara giden
motor sinirler adını verdiğimiz kablolardır. Ancak, bu sistemin genlerin etkin korumasını
sağlayabilmesi için, kas kasılmalarının zamanlanmasının dış dünyadaki olguların
zamanlanması ile ilişkili olması gerekir. Çene kaslarının yalnızca çenede ısırılmaya değer
birşeyler olduğunda kasılması, bacak kaslarının yalnızca kaçılacak veya yakalanacak birşeyler
olduğunda koşma düzenine geçmesi önemlidir. Bu nedenle, doğal seçilim, dış dünyadaki
fiziksel olguları nöronların atım şifrelerine çeviren cihazlar olan duyu organları ile donanmış
hayvanların lehine çalışmıştır. Beyin duyu organlarına -gözler, kulaklar, tat tomurcukları, vs.-,
duyu sinirleri dediğimiz kablolarla bağlanmıştır. Duyu sistemlerinin çalışma şekilleri
şaşırtıcıdır. Çünkü en iyi ve en pahalı insan yapısı makinelerden çok daha karmaşık desen
tanıma becerileri geliştirmişlerdir; aksi takdirde, sekreterlerin yerini konuşmaları tanıyabilen
ya da el yazısını okuyabilen makineler alırdı. Ancak göründüğü kadarıyla insanlar daha uzun
bir süre sekreterlik yapmaya ve sekreter kullanmaya devam edecekler.
Genler de yaşamkalım makinelerinin davranışlarını denetlerler; doğrudan kuklaları oynatan
ipleri kullanarak değil, bilgisayar programcısı gibi dolaylı yollarla. Yapabildikleri tek şey
önceden herşeyi hazırlamaktır; bundan sonra yaşamkalım makinesi kendi başınadır ve genler
yalnızca içeride oturup beklerler.
Karmaşık bir dünyada öngörülerde bulunmak bir şans işidir. Bir yaşamkalım makinesinin
alacağı her karar bir kumardır ve beyni önceden programlayarak genelde sonuç verecek
kararlar almasını sağlamak da genlerin işidir. Evrim kumarhanesinde kullanılan fişler ise
yaşamkalımdır: Kesinlikle konuşmak gerekirse, burada genin yaşamda kalması olarak ifade
edilen şeyin, daha çok bireyin yaşamda kalması olarak anlaşılması mantıklı bir yaklaşım
olacaktır. Su içmek için kuyuya gittiğinizde, kuyu kenarında gizlenerek av bekleyen ve
yaşamını bu şekilde sürdüren avcılar tarafından yenme riskiniz artar; kuyuya gitmezseniz
susuzluktan ölürsünüz. Ne tarafa dönerseniz dönün risk vardır ve genlerinizin uzun dönemde
yaşama şansını artıran kararları vermeniz gerekir. Belki de izlenecek en iyi yol, iyice susayana
kadar beklemek, sonra da gidip uzun süre yetecek kadar çok su içmektir. Böylece su
kuyusuna gidip gelme sayısını azaltmış olursunuz, ama bu durumda da kuyudan su içerken
başınızı uzun süre eğik tutmak zorunda kalırsınız. Başka bir seçenekse, sık sık ve az su içmek
olabilir; kuyunun yanından koşarken hızla, küçük yudumlar alınabilir. Hangisinin en iyi
kumar stratejisi olduğu,bir sürü karmaşık unsura bağlıdır. Önemsiz sayılamayacak
unsurlardan biri ise, avcının avlanma alışkanlıklarıdır; avcı açısından bakıldığında, bu da en
verimli olacak biçimde evrimleşmiştir. Olasılıkların tartılması gerekir. Ancak, elbette ki,
hayvanların bu hesapları bilinçli olarak yaptıklarına inanmamız gerekmiyor; inanmamız
gereken tek şey, genleri doğru kumarı oynayabilecek beyni yapmış olan hayvanların yaşamda
Gen Bencildir, Richard Dawkins
kalma şanslarının daha fazla olması ve böylelikle de aynı geni çoğaltabilmeleri.
Ortaya çıkarttığı sorunlar ne olursa olsun, bu öykünün amaçları çerçevesinde, bilinç,
yaşamkalım makinelerinin asıl efendilerinden -genlerden- özgür karar vericiler olma
yolundaki evrimsel eğilimin doruk noktası olarak düşünülebilir. Beyin yalnızca yaşamkalım
makinesinin günlük işlevinin yürütülmesini yönetmiyor; aynı zamanda geleceği tahmin etme
ve buna uygun hareket etme yeteneğini de kazandı. Hatta, genlerin yazdıklarına da karşı
çıkıyor. Örneğin, mümkün olan en fazla sayıda çocuk yapmayı reddediyor. Göreceğimiz gibi,
bu açıdan insan oldukça kendine özgü.
Bütün bunların bencillik ya da özverili olma ile ne ilgisi var? Oluşturmak istediğim
düşünce şu: Genler, hayvan davranışını -ister bencil ister özverili olsun- yalnızca dolaylı
yollardan denetler, ancak bu yine de çok güçlü bir denetimdir. Genler, yaşamkalım
makinelerinin ve onların sinir sistemlerinin yapımını belirleyerek davranışları etkilerler.
Ancak, ne yapılacağına ilişkin anlık kararları sinir sistemi alır. Asıl politikayı çizenler
genlerdir; beyin ise yürütme işlevini yerine getirir. Ama beyin geliştikçe, öğrenme ve
öğrenme için simülasyon yapma gibi hileleri kullanarak asıl politika kararlarının gittikçe daha
fazlasını üstlenmektedir. Bu eğilimin mantıksal sonucu, genlerin yaşamkalım makinelerine
tek bir genel politika talimatı vermeleri olacaktır: Bizi canlı tutmak için, ne gerekiyorsa yapın.
Henüz hiçbir tür bu noktaya ulaşamadı.
Genin davranışı etkilemesine yol açan, ceninle ilgili nedenlerin kimyasal zinciri hakkında
en ufak fikrimiz olmasa da, “belirli bir davranışın geni” olduğundan rahatlıkla söz edebiliriz.
Bu nedenler zincirinin öğrenmeyi bile içerdiğini farkedebiliriz.
Genler usta programcılar ve kendi canlarını kurtarmak için programlıyorlar. Yaşamkalım
makinelerinin karşılaştığı tüm tehlikelere karşın, yaptıkları programın kopyalama işlemindeki
başarısı ile yargılanıyorlar ve hakim, yaşam kavgası mahkemesinin acımasız hakimi.
Bir yaşamkalım makinesi bir başka yaşamkalım makinesinin davranışı ya da sinir
sisteminin içinde bulunduğu durumu etkiliyorsa, onunla iletişim kurduğu söylenebilir.
Ne zaman bir iletişim sistemi evrimleşse, birileri bu sistemi kendi çıkarları için kullanmaya
çalışır. Evrime, “türün iyiliği” açısından bakmak üzere yetiştirilmiş olan bizler, doğal olarak,
yalancı ve sahtekarların farklı türlerden olduğunu düşünürüz: Avcılar, av, asalaklar, vs...
Oysa, farklı bireylerin genlerinin çıkarları farklılaşmaya başlar başlamaz, yalan, aldatmaca ve
iletişimin bencilce kullanımının ortaya çıkmasını beklemeliyiz; bu aynı türün bireylerini de
içerir. Hatta göreceğimiz gibi, çocukların anababalarını kandırmasını, kocaların eşlerini
aldatmasını ve kardeşin kardeşe yalan söylemesini bile beklemeliyiz
SALDIRGANLIK: BENCİL MAKİNE ve KARARLILIK
Bir yaşamkalım makinesi için, başka bir yaşamkalım makinesi (kendi çocuğu ya da başka
bir yakın akrabası olmayan) çevresinin bir parçasıdır; tıpkı bir kaya veya nehir veya bir
yiyecek parçası gibi. Aynı türün yaşamkalım makineleri birbirlerinin yaşam sınırlarını daha
doğrudan ihlal etmeye yatkındırlar. Bunun çeşitli nedenlerinden biri şu: Bireyin kendi
türünden bir popülasyonun yarısı potansiyel eşlerdir ve bu bireyin çocuklarının çalışkan ve
kullanılmaya yatkın potansiyel ana/babalarıdır. Başka bir neden de, aynı türün üyelerinin,
birbirlerine benzer bireyler olarak, genleri aynı cins bir çevrede ve aynı yaşam tarzı içersinde
koruyan makineler olarak, yaşam için gerekli tüm kaynaklar karşısında doğrudan doğruya
rakip olmalarıdır.
Gen Bencildir, Richard Dawkins
MEMLER: YENİ EŞLEYİCİLER
Buraya kadar insandan özellikle söz etmedim ancak kasıtlı olarak dışarda da bırakmadım.
“Yaşamkalım makinesi” terimini kullanmamın nedeni, kısmen “hayvanlar” sözcüğünün
bitkileri ve bazılarının kafasında da insanları konu dışı bırakacağı. İlk bakışta, öne sürdüğüm
savlar, evrimleşmiş herhangi bir varlığa uygulanabilir nitelikte. Eğer bir tür dışarda
bırakılacaksa, bunun çok iyi nedenleri olmalı. Kendi türümüzün eşsiz olduğunu düşünmek
için iyi nedenlerimiz var mı? Yanıtın evet olduğuna inanıyorum.
İnsanın sıradışı olan yönleri tek bir sözcükle özetlenebilir: “Kültür”. Bu kelimeyi züppece
değil, bir bilim adamının kullandığı anlamda kullanıyorum.
Ateşli bir Darwin taraftarıyım, ancak Darwinciliğin bir genin dar kapsamı ile
sınırlandırılamayacak denli büyük bir kuram olduğunu düşünüyorum. Öne süreceğim sava
gen sadece bir analoji olarak girecek.
Peki, sonuç olarak, nedir genleri böylesine özel yapan? Yanıt, eşleyici olmaları. Fizik
yasaları, tüm erişilebilir evren de geçerlidir. Biyolojide de, benzer evrensel geçerliliği olan
ilkeler var mı? Astronotlar uzak gezegenlere yol aldıkları ve yaşam aradıklarında,
düşünemeyeceğimiz kadar tuhaf ve dünya-dışı yaratıklar bulmayı bekleyebilirler. Fakat,
nerede bulunursa bulunsun ve kimyasının temelleri ne olursa olsun, tüm canlılar için doğru
olacak birşeyler var mı? Kimyası karbon yerine silisyum veya su yerine amonyak üzerine
temellenmiş yaşam biçimleri varsa, -100 derece santigratta kaynayıp ölen yaratıklar
bulunursa, kimya ile ilişkisi olmayıp, elektronik yankılamalı devreler üzerine temellenmiş bir
yaşam biçimi keşfedilirse, hala tüm canlılar için doğru olacak genel ilkeler olabilir mi?
Bilmiyorum, ancak bu konuda bahse girecek olsaydım. Paramı tek bir temel ilkeye yatırırdım.
Bu, tüm canlıların, eşlenebilen varlıkların ayrımsal biçimde yaşamda kalabilmesiyle
evrimleştiği ilkesi. Gen -DNA molekülü-, kendi gezegenimizdeki eşlenebilen varlık.
Başkaları da olabilir. Eğer varsa, belirli bazı koşulların sağlanması şartıyla, kaçınılmaz olarak
evrimsel bir sürece temel oluşturacaklardır.
Başka eşleyici türleri ya da buna bağlı başka evrim çeşitleri bulmak için uzak dünyalara mı
gitmemiz gerekiyor? Ben, bizim gezegenimizde, son zamanlarda, yeni bir tür eşleyici ortaya
çıktığını düşünüyorum. Hemen yanımızda, yüzümüze bakıyor. Henüz çocukluk çağında,
ilksel çorbasının içinde çalkalanıp sürükleniyor; yine de soluk soluğa olan eski genimizi
arkada bırakan bir evrimsel değişim hızına. ulaştı bile.
Bu yeni çorba, insan kültürünün çorbası. Yeni eşleyici içinse bir ad bulmamız gerek; bir
kültürel iletim birimi ya da bir taklit birimi düşüncesini taşıyan bir isim... “Mimeme” bu iş
için uygun bir Yunanca kök. Fakat ben, bir parça “gen” sözcüğüne benzeyen tek heceli bir
sözcük istiyorum. Mimeme sözcüğünü mem olarak kısaltacağım için klasikçi dostlarımın beni
affedeceğini umuyorum. Eğer bir teselli olabilecekse, “bellek” ile ya da Fransızca memê
(kendi) ile bağlantılı olduğu düşünülebilir. “Cream” sözcüğü ile uyumlu olacak biçimde
okunmalıdır.
Ezgiler, fikirler, sloganlar, giyside moda, çanak çömlek yapım yolları, kemer yapımı mem
örnekleridir. Tıpkı genlerin sperm ya da yumurtalar yoluyla bir bedenden diğerine atlayarak
gen havuzunda çoğalmaları gibi, memler de, geniş anlamda taklit denilebilecek bir süreç
yoluyla, bir beyinden diğerine zıplayarak kendilerini gen havuzunda çoğaltırlar. Bir bilim
adamı güzel bir düşünce duyduğunda ya da okuduğunda, bunu arkadaşlarına ve öğrencilerine
aktarır. Yazılarında ve derslerinde bundan söz eder. Bu düşünce tutunursa, beyinden beyine
Gen Bencildir, Richard Dawkins
yayılarak kendini çoğalttığı söylenebilir. Çalışma arkadaşım N.K. Humprey bu bölümün ilk
taslaklarından birini okuduğunda gayet güzel bir özet yaptı: “.... Memlere canlı yapılar olarak
bakılmalıdır; yalnızca eğretileme olarak değil, teknik olarak da. Benim kafama üretken bir
fikir sokarsan, beynimi konukçu olarak kullanmış olur ve onu memin çoğalması için bir araç
haline getirmiş olursun. Tıpkı bir virüsün konukçu hücrenin genetik mekanizmasını
kullanması gibi. Bu yalnızca bir konuşma tarzı değil. Bir mem -diyelim ki, `ölümden sonraki
yaşama inanma’ memi, milyonlarca kez, tüm dünyadaki bireylerin sinir sisteminde bir yapı
olarak, fiziksel olarak gerçekleşir ”
Temelde, biyolojik olguları gen avantajı ile açıklamaya çalışmanın bizim için iyi bir
politika olmasının nedeni, genlerin eşleyiciler olması. İlksel çorba moleküllerin kendi
kopyalarını yapabileceği koşulları sağlar sağlamaz, eşleyiciler yönetimi ele alır. Üç bin
milyon yıldan beri, DNA, dünya üzerindeki sözünü etmeye değer tek eşleyici oldu. Ancak bu,
hep tekel olacağı anlamına gelmiyor. Yeni bir cins eşleyicinin kendi kopyalarını yapabileceği
koşullar oluşur oluşmaz, yeni eşleyiciler yönetimi ellerine alırlar ve kendi evrimlerini
başlatırlar. Bu yeni evrim bir kez başladıktan sonra, hiçbir biçimde eskisine bağlı
olmayacaktır. Eski gen-seçmeli evrim, beyinleri yaparak ilk memlerin doğacağı “çorbayı”
sağladı. Kendini kopyalayan memler bir kez oluştuktan sonra, çok daha hızlı gerçekleşen
kendi evrimleri başladı. Biz biyologlar genetik evrim düşüncesini öylesine benimsemişiz ki,
bunun olası evrim türlerinden yalnızca bir tanesi olduğunu unutuyoruz.
Dünya kültürüne bir katkıda bulunursanız; iyi bir fikriniz varsa; bir ezgi bestelerseniz; bir
ateşleme bujisi icat ederseniz; bir şiir yazarsanız... İşte, genleriniz ortak havuzda eriyip
gittikten çok sonra bile, bunlar bozulmaksızın yaşamaya devam edecektir. G.C. Williams’ın
dediği gibi, günümüzde, Socrates’tan bir veya iki gen kalmıştır, ya da hiç kalmamıştır; kimin
umurunda ki? Socrates’ın, Leonardo’nun, Copernicus’in ve Markoni’nin mem kompleksleri
güçlerini kaybetmeksizin hala yaşıyor.
İnsanoğlunun bir başka özelliği de -büyük olasılıkla- has, çıkarsız, gerçek özverisi. Böyle
olduğunu umuyorum ama bunu tartışmayacağım ve olası memsel evrimi üzerine
spekülasyonlar yapmayacağım. Vurgulayacağım nokta şu: İşe karanlık tarafından baksak da,
insan bireylerinin temelde bencil olduğunu varsaysak da, bilinçli öngörümüz -geleceği düşsel
olarak öykünme yeteneğimiz- bizi kör eşleyicilerin bencil aşırılıkların en kötüsünden
kurtaracaktır. En azından bizim, yalnızca kısa-dönemli bencil çıkarlar yerine uzun-dönemli
çıkarları yeğleyebilecek beyinsel donanımımız var. Biz, bir “güvercinlerarası anlaşmanın”
uzun-dönemli yararlarını görebiliriz. Biz, biraraya gelip, bu anlaşmaya işlerlik kazandıracak
yöntemleri tartışabiliriz. Bizim doğumda devraldığımız bencilgenleri yenebilecek gücümüz
var. Ve gerekirse, bize aşılanmış olan bencilmemleri de yenebiliriz. Has, çıkarsız özveriyi
bilinçli olarak büyütecek, besleyecek yolları bile tartışabiliriz biz; doğada asla yeri olmasa,
tüm dünya tarihinde asla varolmamış bile olsa... Çünkü gen makineleri olarak yapılmış ve
mem makineleri ile yetiştirilmiş olsak da, bizim yaratıcılarımıza karşı çıkacak gücümüz var.
Biz, dünya üzerinde yalnızca biz, bencil eşleyicilerin tiranlığına karşı isyan edebiliriz.


Richard Dawkins