Annesi ve babası Santiago'nun rahip olmasını ister ve onu rahip okuluna göderir. Arta kalan zamanlarda da koyun sürüsünü otlatmaya götürüyordur. Bu ona tüm Endülüs’ü gezme imkanı saglamaktadır. Fakat babasına; okuldan ayrılmayı düşündüğünü ve gezgin olmak istediğini söyledi. Babasıda ona bir kese altın verip ‘git, kendine bir sürü al ve en iyi şatonun bizim şatomuz ve en güzel kadınları bizim kadınlarımız olduğunu öğreninceye kadar dünya dolaş’ der ve oğlunu kutsayarak ona izin verir.
Satntiago’nun sırtında heybesi, kitabı ve yamçası vardır. Babasının verdiği para ile bir koyun sürüsü alır. Yaşamının büyük düşünü ;dünyayı dolaşmayı gerçekleştirmeye başlar. Bazen papaz okuluna Tanrıy’I tanımak için nasıl girebilirdim’ diye düşünüp bunun kendisini sıktığını düşler tekrar kendi yazgısı doğrultusun da bir başka yolculuga çıkıyordu. Ama dünya büyük ve sonu gelmiyordu. Kısa sürede olsa koyunların kendisine yol göstermesine izin veriyorsonun da yeni şeyler keşfedip tekrar onları peşin de sürüklüyordu. Her gün yeni bir yere gidiyor, otlaklar değiştiği halde bazen mevsimlerin bile birbirine benzemediğini dahi anlamıyorlardı. Koyunların tek kaygısı yiyecek ve suda idi. Dağ, taş, köy kasaba geçip hava karardığında koyunları kurtlara karşı emniyete alacak düzgün bir yer buldugunda yatıyor ve sabah hava aydınlanıncada tekrar gezmeye başlıyordu.
Birgün yıkık bir kiliseye girer. Kilisenin içinde kocaman bir firavun inciri büyümüştür. Dibine oturur ve kitap okuyarak uykuya dalar. Rüyasın da ; bir çocuğun Santiago’nun koyunlarıyla oynarken, onun elinden tutup Mısır pramitlerine götürür. ‘Burada gizli bir hazine bulacaksın’ der ve tam yerini gösterecekken uyanır. Santiago bu rüyanın etkisin de kalır fakat inanmaz. Gittigi bir köyde falcı yaşlı bir kadına rüyasını anlatır. Falcı tatmin edici bir cevap vermez ama ona hazineyi bulacagın ve onda birini istediğini söyler. Santiago oralı bile olmaz ve oradan ayrılarak dolaşmaya devam eder. Pazarın içinde dolaşırken kendisini Salem Kralı olarak tanıtan yaşlı bir adama raslar. Adamla baya muhabbet ederler ve kendi amaçlarını anlatır. Yaşlı adam Santiago’nun kendi kişisel menkıbesinin peşinde olduğunu bildiğini ve bunun için ona yardım edeceğini söyler.
Yaşlı adam, evrenin gizemleri hakkında bilgi vermek karşılıgın da; Santiagodan koyunlarının onda birini ister. Sonra onu sarayına götürür ve bir teste tabi tutar. Bir yamek kaşığına yag koyarak elinde tutmasını ve bu şekilde sarayı gezmesini ister. Santiago dolaşır gelir ama saray hakkında hiç bir izlenim elde edemez çünkü yagı dökmemek için etrafa dikkat etmemiştir.Yaşlı adam sarayın harikalarını tanıması için onu tekrar gönderir. Geri geldiğin de yag dökülmüştür. Bu testin amacı ‘Mutluluk gizli dünyanın bütümn harikalarını görmektir; ama kaşıktaki iki damla yagı unutmadan’ der yaşlı adam. Bir çoban gezmeyi bilir ama koyunlarını asla unutmaz. Mesajı almıştır. Yaşlı adam, Santiago’ya biri beyaz diğeri siyah olmak üzere iki adet gizemli taş verir ve siyah olanı “evet”, beyaz olanı “hayır” anlamını taşıyan bu taşları “zora düştüğün zamanlarda kullan ancak kendi kararını kendin vermeye çalış ama Tanrı’nın sana gödereceği simgelere saygılı ol” der.
Santiago falcı kadın ve Salem kralından aldığı işaret ve bilgilerden sonra Mısıra gitmek için sürüsünü satar ve yola koyulur. Afrika’nın bir liman şehrinde kendisinin turizim danışmanı olduğunu söyleyen bir çocuk ile tanışır. Mısıra gidebilmek için çölün geçilmesi gereklidir ve deve almak için pazara giderler. Ama çocuk parayı çalarak kaçar ve Santiago’yu bu tanımadığı şehir de parasız pulsuz bırakır. Santiago taşları ilk ve son kez burada Salem kralının kutsamasını üzerinde olup olmadığını anlamak için kullanır. Aldığı yanıt olumludur. Bunun da sevinci ile yoluna devam edebilmek için billuriyeci dükkanına para kazanmak için girer. Billuriyecinin azalan işlerinin tekrar canlanmasını saglar. Aralarındaki ilişki iyice artar ve birbirlerine hayallerini anlatmaya başlarlar. Billuriyeci hacca gitmek için para biriktirmektedir. Kiişisel menkıbesinin bu olduğunu bilen billuriyeci parası olduğu halde bunu gerçekleştirmez, çünkü daha sonra yaşaması için bir sebebin kalmıyacagını düşünmektedir. 6 ay burada çalışan Santiago yeterli parayı kazanır ve tekrar yola koyulur. Yolda bir ingilizle karşılaşır. Bu ingiliz kendi kişisel menkıbesi olan Simyacı’yı bulup felsefe taşının gizemini keşfetmek için uğraşmaktadır; bunun için de onun da çölü geçmesi gerekmektedir. Birbirleriyle iyi anlaşırlar ; bir kervana katılırlar. Fakat yolda kaybolurlar ve bir vahanın savaşçıları tarafından bulunurlar. Kabileler arasında bir savaş vardır ve burada kalmak zorundadırlar. İngiliz Simyacı’yı buralarda bulacağını düşünmeye başlamış ve Santiagonun yardımlarıyla onu aramaya halktan sormaya başlamıştır.ingiliz Simyacı’ ya çölde raslar fakat ondan öğrenebildiği tek şey ; önceden beri bildiğini uygulaması gerektiği olmuştu.
Santigo burada Fatima’ya raslar ve ona aşık olur. Her gümn onu gömek için çeşmeye gider. Birgün çölü seyrederken gözünün önünden anlık olarak silahlı bir birliğin vahayı işgalini görür. Bir devecinin de telkiniyle vahanın ileri gelenlerinin karşısına çıkar. En yaşlısı Yusuf peygamberin rüyasının yorumunu hatırlatır ve delikanlının haklı olabileceğini düşünür. Ve silahlanmaları için emir verir. Toplantıdan sonra devasa bir at üzerinde siyah peçeli herhangi bir dünyalıdan çok daha güçlü görünen ve omuzun da bir şahin taşıyan birisi vahaya gelir. Savaşçıların gelecegini söyleyen kişiyi görmek ister. Santiago’nun içinde herhangi bir korku belirmez. Cesaret sınavını geçen Santiago Simyacı’yla tanışır. Simyacı Santiago’nun sabaha sağ çıkabilirse kendisini bulması için güneye gelmesini söyler ve kısa sürede ortalıktan kaybolur.
Gece süvariler saldırır ama önlem alan vahanın sakinleri onları öldürürler ve Santiago’nun sayesinde tehlikeyi atlatmış olurlar. İleri gelenler Santiago’nun vahanın müşaviri olasını isterler. Fakat Santiago çöle Simyacı’yı aramaya gider. Karşılaşırlar ve Simyacının çadırın da iki gün kalır. Simyacı onun geleceğini kendisine çölün söylediğini, ingilizin ise ilk önce kendisini öğrenmesi gerekmektedir. Simyacı ona çölü geçmesinde yardımcı olcaktır. Döner Fatima’ya yapacaklarını anlatır. Fatima onu beklemenin kendi kişisel menkıbesi olduğunu anladığını söyler onu bekleyecektir.
Santiago çölün dilini, öğenmek zorundadır çünkü piramitler de çölün bir parçasıdır. Menkıbesini tamamlaması için ise bu şarttır. Simyacı ve Santiago birlikte yola çıkarlar. Simyacı ona yüreğini dinlemeyi öğretmek istiyordu ve bu sayede kendi yolunu bulabilecekti. Çünkü Simyacı ‘Kendi yüreğini dinle. Yüreğin herşeyi bilir, çünkü yüregin Evrenin Ruhundan gelmektedir ve birgün oraya geri dönecektir’ der.
Santiago, yüreğinin söylediklerini dikkatle dinleyerek çölde ilerlemesine devam etti. Karşılaştıkları güçlükler karşısın da hep kendi kişisel menkıbesine güvendi. Simyacı ile pramitlerin yakınlarında bir manastıra kadar geldiler. Simyacı ona ’yüregin hazinenin olduğu yerdir.’ diyerek ondan ayrıldı. Sonunda kumullar tepesine ulaştı. Pramitler, bütün gçrkemiyle karşısında yükseliyordu. Ansızın arkasından bir darbe ile yere yuvarlandı. İki eşkiya onu soyup öldürmek için saldırmışlardı. Onlara herşeyi anlattı. Aralarından birisi onun tam bi salak olduğunu kendisinin de rüyasında; İspanya’da bir yerde, bir firavunincirinin altında hazine olduğunu gördüğünü ama ahmakça hareket etmediğini söyler. Ve Santiago’yu serbes bırakırlar. Santiago Simyacı’nın haklı olduğunu yüreğinin İspanya’da olduğunu anlar. Rüyayı gördüğü kiliseye giderek firavunincirinin dibini kazar ve hazinesine kavuşur.
Şimdi yüreğini tekrar dinler ve Fatima’yla evlenip onu ailesine tanıştırmak için tekrar Mısır’a hareket eder.
Yazar Hakkında
Paulo Coelho, Rio de Janeiro’da doğdu. Roman yazarlığına başlamadan önce, oyun yazarı, tiyatro yönetmeni ve sevilen bir şarkı sözü yazarıydı. Coelho, gençliğinde bir hippiydi. 1986 yılında Hırıstiyanların , Batı Avrupa’dan başlayıp İspanya’da Santiago de Compostella kentinde sona eren geleneksel haç yolculuğunu yaptı; bu deneyimini 1987 yılında yayınladığı The Pilgrimage (hac) adlı kitabında anlattı. 1988 yılında yazdığı Simyacı; dünyanın dört bir yanın da yayımlanan, aylarca liste başı olan, Tükiye’de 1996 yılından beri en çok satılan kitaplar arasına giren ve Coelho’yu ençok okunan çağdaş yazarlardan biri haline getiren bir klasik haline gelmiştir. Öteki kitapları; Brida, Valkürler ve enson olarakta Piedra Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım’dır. Coelho hala dünyada ençok okunan yazarlardan birisidir.
PAULO COELHO
26 Şubat 2007 Pazartesi
Kosova Balkanları anlamak İçin
1. KOSOVA
Tarih boyunca Avrupa’nın kültür kavşaklarından birisi olan Kosova, bugün Balkanlar’da çözülmesi zor bir sorun yumağı haline gelmiş durumdadır. Yüzyıllarca Kosova’da bir çok savaş yaşanmış olmasına karşın, yakın zamanlara kadar bunların hiçbiri Arnavutlarla Sırplar arasında olduğu şekilde bir etnik çatışma niteliği almamıştır. Yüzyıllarca iç içe yaşamış bu iki halkın son yıllarda birbirlerine nasıl bu kadar düşman oldukları tarihçilerin bile çözemediği bir problemdir. Burada yazar, eğer Avrupa’nın göbeğinde tarihin en korkunç insan hakları ihlallerini meydana getiren bu bölgedeki sorunların bir an önce çözüme kavuşturulmaması durumunda, Kosova’nın korkunç bir yıkıma ve katliama sahne olacağı öngörüsünde bulunmaktadır.
Geçmişte iç içe yaşamış bu iki halk (Sırplar ve Arnavutlar) bugün birbirlerine düşmanca duygular beslemektedir. Arnavutlar, Belgrad’ın otoritesini tanımazken, Sırplar da Kosova’nın Sırbistan’a ait olduğunu öne sürmektedirler. Bu amansız çekişmede iki tarafın da tarihsel iddiaların, yer yer de fantazi ve kendi mitolojilerinin içinde kaybolup gittikleri gözlemlenmektedir.
Kosova’da yaşanan savaş konusunda, Batıda yaygın olarak kabul edilen görüş, anlaşmazlıkların, güçlü bir etnik nefretin doğurduğu etnik çatışmalar biçiminde olduğuydu. Fakat yazar, meselenin tarihsel niteliğini incelemeye başladığında, etnik ya da dinsel nefret düşüncesine dayalı iddiaların giderek inandırıcılığını yitirdiğini görmüş ve savaşın sıradan siviller değil, yukarıdan yönlendirilen silahlı güçler tarafından başlatılmış olduğuna dikkat çekmiştir.
Bu kısa girişten sonra meselenin tarihsel gelişimine göz gezdiriliyor:
“Yugoslavya bunalımı Kosova’da başladı ve Kosova’da bitecek.” Eski Yugoslavya’nın hemen her yerinde bu söz tekrarlanmaktadır; hatta çatışmada taraf olanların üzerinde anlaştığı tek nokta budur. Söz konusu olan diğer anlaşma sonuçları arasında, özerklik, taksim ve bağımsızlık da vardır. Bu sonuçlara varmak için taraflar sivil antlaşmalardan ve barışçı müzakerelerden iç savaşa kadar bütün yolları deneyeceklerini söylemektedirler. Fakat bütün tarafların kabul ettiği bir nokta vardır ki, o da Kosova sorununun, Balkanlar’daki bütün politik çatışmaların en zorlularından biri olduğudur. Ayrıca bölgede yaşanan insan hakları ihlalleri de Avrupa’daki örnekleri arasında en ağırlarındandır.
Hırvatistan ile Bosna’da yakın dönemde yaşanan savaş konusunda Batıda yaygın olarak kabul gören görüş, tarihin derinliklerinden gelen etnik nefretin patlamasıyla bir çatışmanın ortaya çıktığı şeklindedir. Bu yaklaşım özü itibariyle yanlıştır, çünkü, savaşın sıradan siviller arasında olmayıp yukarıdan yönlendirilen silahlı kuvvetler tarafından başlatılmış olduğu gözardı edilmektedir. Bu iki taraf arasında az da olsa etnik karakter gösteren yegane savaş 2 nci Dünya Savaşı olmuştur.
Kosova’daki bu çatışma acaba etnik kökene dayanan bir çatışma mıdır? İlk bakışta bu böyle görünmektedir. Temel ayrılık, en başta ve kelimenin tam anlamıyla etnik bir ayrılıktır: Bosna halklarının hepsi Slav olup aynı dili konuştuğu halde, Sırplar ile Arnavutlar dil bakımından tamamen ayrıdır. Dildeki farklılığın yanında dinsel temellere dayanan bir çok farklılık vardır. İki halk hem dil, hem de dinle birbirinden ayrılıyorsa, birinci dereceden bir çatışma için bütün şartlar hazır görünmektedir.
Ancak meselenin özüne inildiğinde tarihten geldiğine inanılan etnik ya da dinsel nefret düşüncesi giderek inandırıcılığını yitirir. Arnavutlar arasında İslami bir politik harekete rastlanmaz. Bugünkü politik durumda dinin bir etken olduğundan söz edilebilirse bile bu esas olarak Ortodoks taraf için geçirlidir. Ortodokslar ‘kutsal Sırp çıkarlarını’ korumak amacıyla sık sık dinsel retoriğe başvururlar.
Bölgenin geçmişine göz attığımızda, etnik çatışma tezinin çok dikkatli incelenmesi gereken bir iddia olduğu görülmektedir. Yüzyıllarca Kosova’da bir çok savaş yaşanmış fakat aşağı yukarı son yüz yıla kadar bunların hiçbirisi Arnavutlarla Sırplar arasında bir etnik çatışma niteliğinde olmamıştır. Bu iki halk, 1939’da Kosova’da yapılan savaşta müttefik olarak omuz omuza çarpışmıştı. Avusturya ordusu Kosova’yı işgal edince hem Sırplar, hem Arnavutlar aynı safta yer olarak işgalcilere karşı omuz omuza çarpışmışlardır. Anlaşılacağı üzere günümüz tarihçileri o dönemin kayıtlarını incelerken bu iki halkı birbirinden ayırmada oldukça zorlanmışlardır.
Bunları anlatmaktaki amaç Kosova’nın karşılıklı bir iyiniyet ülkesi olduğunu ima etmek değildir. 18 ve 19 ncu yüzyıllarda bölgede hüküm süren koşullar Müslüman Arnavut köylülerin ezilmesine yol açmaktaydı. Ortodoks Sırplar ile Müslüman Arnavutlar arasındaki ayrımı daha genel ve sistemli bir çatışmaya dönüştüren asıl olay, 19 ncu yüzyılda Balkanlar’da Slav Hıristiyan devletleri boy gösterip yayılırken meselenin politikleşmesi olmuştur. 16 ve 17 nci yüzyıldaki Kosova savaşını çıkaran sebep, Rusya’nın Priştine ve Mitravica’da kendilerini temsil eden yöneticiler aracılığıyla yerli Arnavutlar arasına yeni kuşku ve husumet tohumları ekmesi ve bunun üzerine bölgenin karışması olmuştur. Hepsinden önemlisi de Sırbistan ve Karadağ hükümetlerinin 1912’de Kosova’yı ele geçirir geçirmez tepeden dayattığı politikalar, bölgede daha önce hiç görülmemiş bir ölçekte sistemli düşmanlık ve nefret yaratmıştır.
Arnavutlar açısından bakıldığında Sırbistan-Karadağ yönetiminin dayatılması, Avrupalı Hıristiyan güçlerce fethedilip kolonileştirilen diğer bütün ülkelerdeki halkların (sözgelimi Fransız yönetimi altındaki Cezayirlilerin veya Rus yönetimi altındaki Çeçenlerin) yaşadığı deneyimlerden farksızdır. Kosova tarihinin bu dönemi pek çok yönüyle “kolonici” modele tam anlamıyla uymaktadır.
Ancak Sırplar açısından bakınca 1912’de yaşanan olaylar çok farklı bir düşünce kalıbına göre anlaşılacaktır: esir edilmiş bir nüfusu (Kosova Sırplarını) yabancı bir imparatorluk gücünden (Türklerden) kurtarma uğruna verilen savaşın nihai örneğidir bu.
O zamanlar Sırp hükümeti, kendi davasını yaygınlaştırarak hakim görüş haline getirmek için epeyce uğraşır. 1913 yılında Belgrad’ın büyük güçlere gönderdiği memorandumla Kosova’daki Sırp yönetimini haklı göstermek amacıyla üç gerekçe sıralanmaktadır:
a. Daha uygar olan toplumun manevi hakkı,
b. Bölgenin, Sırp-Ortodoks kilisesine bağlı patriklik binaları içermesinden ve zaten bir
zamanlar ortaçağ Sırp imparatorluğuna bağlı olmasından kaynaklanan tarihi hak,
c. Kosova’daki Sırp nüfusun çoğunluk oluşturmasına dayanan bir tür etnogratik hak.
Bu üç argümandan ilki Kosova’daki Sırp (daha sonra Yugoslav) rejiminin fiilen sergilediği davranışlarla hızla geçerliliğini yitirmiştir. (Sırpların yapmış olduğu katliamlar ve insan hakları ihlalleri, daha uygar olan toplumun manevi hakkı maddesini tamamen ortadan kaldırmaktadır.)
İkinci maddede belirtilen dinsel bir tarihi hak kavramı ise abartılı bir ifadedir; nitekim Doğu Ortodoksluğu da dahil olmak üzere Hıristiyanlığın hiçbir biçiminde Kudüs’ün Yahudilerce kutsal sayılması gibi ortak rol oynayan bir bölge bulunmamaktadır.
Yukarıda belirtilen Sırp memorandumunun yer verdiği üç argümandan üçüncüsü, yani etnografik hak ile ilgili olanı, Kosova üzerine yazılmış bütün tarihsel metinlerin başına en çok bela olandır. Kısaca Kosova’daki Sırp nüfusunun çoğunluğunu onaylayacak veya tasdikleyecek tarihi bir bulgu yoktur.
Bu kitapta anlatılan ve amaçlanan, Kosova bunalımı için ortaya atılmış çözüm önerilerinin hiçbiri lehine veya aleyhine sonuçlara varmak değildir. Bölgedeki Arnavutların bir şekilde kendi kendini yönetmesi dışarıdan bakan gözlemcilerin hemen hemen tümüne gerekli ve haklı görünmektedir. Yani tarihçiler ve politikacılar Arnavutların kendi içlerinde kendi kendilerini yönetmelerinin gerekli olduğunda hem fikirdirler. Ancak denenecek bir çok farklı yol bulunabilir.
Öte yandan Sırbistan’ın da kesintisiz bir tarihi yoktur. Kosova yüzlerce yıl boyunca Sırbistan’a bağlı olmadan yaşamıştır. Çünkü bağlanacağı bir Sırbistan mevcut olmamıştır.
Yine etnik coğrafya açısından bakacak olursak Bosna olgusu Kosova’dan çok farklıdır. Bosna nüfusunu meydana getiren üç halk karmaşık bir şekilde bir arada yaşayarak etnik-dinsel bir mozaik oluşturmuştur. Çoğu bölgede mutlak bir çoğunluk grubu yoktur. Öte yandan Kosova Balkanlar’daki her türden standarda göre etnik açıdan homojen insanların meydana getirdiği pekişmiş bir kitle tanımının örneğini oluşturur. Kendi başına etnik homojenlik, devlet olmak için gerekli ve yeterli değildir ama; irili ufaklı bir çok devletin kuruluşunda doğal bir başlangıç noktası olmuştur. Bosna ya da Hırvatistan Sırplarının kendilerine yeni, yapay olarak homojenleştirilmiş etnik bölgeler kurmasını savunan Sırp politikacıların, zaten Kosova nüfusunun kabaca %90’ını meydana getiren Arnavutların iddialarına karşı çıkmaya hakları olamaz.
2. HARİTADA YOL BULMA: COĞRAFİ YERLER, ADLAR VE HALKLAR
19 ncu yüzyıl başlarına kadar Kosova dünya literatüründe pek tanınmayan bir bölge olarak kalmıştır. Batılıların Kosova’ya ait coğrafi bilgileri birkaç anayol ve dağ isminden ibaret bulunurken bölgeyi gösteren Avrupa haritaları 19 ncu yüzyılın ortalarına kadar hala birçok önemli hata içermekteydi.
Osmanlı hakimiyetinin son döneminde, Kosova’nın erişilmesi ve girilmesi zor bir bölge halinde bulunmasının sebebi politik etmenlerdir. Çünkü bu dönemde, bölgede kronik bir karışıklık, şiddetli isyanlar ve yönetime bağlı güçlerin bunlardan bile daha çok şiddet içeren isyan bastırma çabaları hüküm sürmekteydi.
Kosova’nın tarih boyu hep önem taşımasının nedenlerinden biri coğrafyaya daha doğrusu jeolojiye dayanır. Özellikle bölgenin doğu yarısı için geçerlidir bu. Burası bütün güneydoğu Avrupa’nın mineral bakımından en zengin bölgesidir. 1920’lerde bir Britanya şirketinin geliştirdiği Trepça madeni savaştan sonra Avrupa’nın en büyük kurşun ve çinko kaynağı durumuna gelmişti. Ayrıca ülkenin magnezit üretiminin yarısı burada gerçekleştirilmekteydi. Yugoslavya dünyanın üçüncü büyük magnezit üreticisidir. Batı Kosova’daki krom ve boksit yatakları da büyük önem taşır. Bölgede bir miktar bakır ve demir cevherinin yanısıra kömür yatakları da yer alır.
Kosova’nın maden ve mineral zenginlikleri Romalılardan tutun da Nazilere kadar bir çok fetih ordusunun hedefi haline getirmiştir. 1941’de Yugoslavya’yı işgal eden Hitler, burayı işgal bölgelerine ayırırken, Alman işgal bölgesinin bu zengin maden yatakları ve bu madenleri işleyen fabrikaları içine almasını sağlamaya dikkat etmiştir.
3. KÖKENLER: SIRPLAR, ARNAVUTLAR VE VALAHLAR
İlk Slavların Balkanlara gelişiyle ilgili çoğu ayrıntı net olmasa da belli başlı olaylar bilinmektedir. Sırplar Slav ırkına büyük ölçüde akrabadır ve Hırvatlar ile birlikte Slav kabileleri arasında en büyük topluluklar arasında bulunmaktaydılar.
Tarihçiler Sırpların kökenini Slavlara, Slav ırkının kökeninin ise ilkel bir topluluk olan Valahlara dayandırırlar. Valahların kökeni hakkında gün ışığına çıkmış çok az bilgi vardır. Arnavutların kökeni hakkında ise iki teori vardır. Bu iki teori de birbiriyle çelişen iddialardan öteye gidememiştir. Sonuçta Sırplar ve Arnavutların kökenleri hakkında tarihçiler kesin bulgularla konuşamamakta, dolayısıyla da her grubun mensubu kendilerine en yakın ve çıkarlarına en uygun düşen teorileri benimsemektedirler.
4. ORTAÇAĞDA PRES LAZER ÖNCESİ KOSOVA:850’LERDEN 1380’LERE;
Ortaçağ Kosova’sında Arnavutların ancak bir azınlık oluşturduğu çoğu köy ve kasabanın Slav adları taşıdığı tarihçiler tarafından bilinen bir gerçektir. 14 ncü yüzyıldan 19 ncu yüzyılın sonlarına kadar Balkanlar’da birçok savaş meydana gelmiş ve çok sayıda insan ölmüştür. Bu savaşlar sırasında Sırpların tarihinde önemli yer tutan göç olayları yaşanmış ve Sırplar değişik Balkan ülkelerine topluluklar halinde göç etmiştir.
18 nci yüzyılın ortalarında Balkanlar’da göçlerin etkisiyle yeni topluluklar oluşmuş ve bunların içinde Çingeneler ve Yahudiler önemli bir potansiyel meydana getirmiştir.
Balkan savaşları Balkan ülkelerinin kendi aralarındaki düşmanlıkların ve birbirlerine besledikleri kinin etkisiyle patlak vermiştir. Dünyayı büyük bunalımlara sürükleyen 1 nci Dünya Savaşı yine Sırpların yüzünden çıkmıştır. Bir Sırp milliyetçisin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtını öldürmesi zaten kritik olan dengeleri bozmuş ve 1 nci Dünya Savaşı çıkmıştır.
2 nci Dünya Savaşı sırasında ise Alman orduları bölgeyi işgal etmiş ve Kosova’yı üç bölgeye ayırmıştır. Savaştan ve dengelerin yeniden kurulmasından sonra Balkanlar fırtına öncesi bir sessizliğe bürünmüş ve tarihinde hiç olmadığı kadar sakin bir hayat sürmüştür; ta ki 1981 yılına kadar: 1981 yılında Priştine Üniversitesi’nde başlayan öğrenci hareketleri ve protestolar Balkanlar’ın yeniden karışmasına neden olmuştur.
Bu olaylar dalga dalga yayılarak Sırplarla Arnavutlar arasında etnik bir savaşa dönüşmüştür. Bu savaşta Sırpların bir etnik temizlik planını adım adım uyguladıkları ve kendilerini haklı çıkarmak için Batılı devleri de arkasına alıp bir çok hileye başvurdukları bilinçli tarihçiler tarafından çoktan fark edilmiştir bile.
Bu etnik temizlik esnasında Sırp lider Miloseviç Kosova sorununu sömürerek kısa zamanda ulusal bir lider haline gelmiştir. Kosova Arnavutlarının Miloseviç başkanlığındaki Sırplar tarafından 1990’lardan beri insan hakkı ihlallerinin yeterli bir dokümanını çıkarmak için bu kitaba birkaç yüz sayfa daha eklemek gerekir.
Sırbistan’ın toprak genişletmek amacıyla Nisan 1992’de Bosna’ya savaş açmasıyla Kosova’daki Arnavutların durumu da iyice kötüye gitmeye başlamıştı. Bosna’daki savaşın bitmesi Kosova’daki bunalımı sona erdirememiştir. Sırpların şovenist milliyetçi duyguları tüm olanlardan sonra hala devam etmektedir; sıradan Sırplar Kosova hakkında daha eleştirel düşünmeyi öğrendiklerinde bütün Kosova ve Sırbistan hakları bundan yarar sağlayacak, üstelik Sırpların sağladığı yarar daha da az olmayacaktır.
Noel MALCOLM
Tarih boyunca Avrupa’nın kültür kavşaklarından birisi olan Kosova, bugün Balkanlar’da çözülmesi zor bir sorun yumağı haline gelmiş durumdadır. Yüzyıllarca Kosova’da bir çok savaş yaşanmış olmasına karşın, yakın zamanlara kadar bunların hiçbiri Arnavutlarla Sırplar arasında olduğu şekilde bir etnik çatışma niteliği almamıştır. Yüzyıllarca iç içe yaşamış bu iki halkın son yıllarda birbirlerine nasıl bu kadar düşman oldukları tarihçilerin bile çözemediği bir problemdir. Burada yazar, eğer Avrupa’nın göbeğinde tarihin en korkunç insan hakları ihlallerini meydana getiren bu bölgedeki sorunların bir an önce çözüme kavuşturulmaması durumunda, Kosova’nın korkunç bir yıkıma ve katliama sahne olacağı öngörüsünde bulunmaktadır.
Geçmişte iç içe yaşamış bu iki halk (Sırplar ve Arnavutlar) bugün birbirlerine düşmanca duygular beslemektedir. Arnavutlar, Belgrad’ın otoritesini tanımazken, Sırplar da Kosova’nın Sırbistan’a ait olduğunu öne sürmektedirler. Bu amansız çekişmede iki tarafın da tarihsel iddiaların, yer yer de fantazi ve kendi mitolojilerinin içinde kaybolup gittikleri gözlemlenmektedir.
Kosova’da yaşanan savaş konusunda, Batıda yaygın olarak kabul edilen görüş, anlaşmazlıkların, güçlü bir etnik nefretin doğurduğu etnik çatışmalar biçiminde olduğuydu. Fakat yazar, meselenin tarihsel niteliğini incelemeye başladığında, etnik ya da dinsel nefret düşüncesine dayalı iddiaların giderek inandırıcılığını yitirdiğini görmüş ve savaşın sıradan siviller değil, yukarıdan yönlendirilen silahlı güçler tarafından başlatılmış olduğuna dikkat çekmiştir.
Bu kısa girişten sonra meselenin tarihsel gelişimine göz gezdiriliyor:
“Yugoslavya bunalımı Kosova’da başladı ve Kosova’da bitecek.” Eski Yugoslavya’nın hemen her yerinde bu söz tekrarlanmaktadır; hatta çatışmada taraf olanların üzerinde anlaştığı tek nokta budur. Söz konusu olan diğer anlaşma sonuçları arasında, özerklik, taksim ve bağımsızlık da vardır. Bu sonuçlara varmak için taraflar sivil antlaşmalardan ve barışçı müzakerelerden iç savaşa kadar bütün yolları deneyeceklerini söylemektedirler. Fakat bütün tarafların kabul ettiği bir nokta vardır ki, o da Kosova sorununun, Balkanlar’daki bütün politik çatışmaların en zorlularından biri olduğudur. Ayrıca bölgede yaşanan insan hakları ihlalleri de Avrupa’daki örnekleri arasında en ağırlarındandır.
Hırvatistan ile Bosna’da yakın dönemde yaşanan savaş konusunda Batıda yaygın olarak kabul gören görüş, tarihin derinliklerinden gelen etnik nefretin patlamasıyla bir çatışmanın ortaya çıktığı şeklindedir. Bu yaklaşım özü itibariyle yanlıştır, çünkü, savaşın sıradan siviller arasında olmayıp yukarıdan yönlendirilen silahlı kuvvetler tarafından başlatılmış olduğu gözardı edilmektedir. Bu iki taraf arasında az da olsa etnik karakter gösteren yegane savaş 2 nci Dünya Savaşı olmuştur.
Kosova’daki bu çatışma acaba etnik kökene dayanan bir çatışma mıdır? İlk bakışta bu böyle görünmektedir. Temel ayrılık, en başta ve kelimenin tam anlamıyla etnik bir ayrılıktır: Bosna halklarının hepsi Slav olup aynı dili konuştuğu halde, Sırplar ile Arnavutlar dil bakımından tamamen ayrıdır. Dildeki farklılığın yanında dinsel temellere dayanan bir çok farklılık vardır. İki halk hem dil, hem de dinle birbirinden ayrılıyorsa, birinci dereceden bir çatışma için bütün şartlar hazır görünmektedir.
Ancak meselenin özüne inildiğinde tarihten geldiğine inanılan etnik ya da dinsel nefret düşüncesi giderek inandırıcılığını yitirir. Arnavutlar arasında İslami bir politik harekete rastlanmaz. Bugünkü politik durumda dinin bir etken olduğundan söz edilebilirse bile bu esas olarak Ortodoks taraf için geçirlidir. Ortodokslar ‘kutsal Sırp çıkarlarını’ korumak amacıyla sık sık dinsel retoriğe başvururlar.
Bölgenin geçmişine göz attığımızda, etnik çatışma tezinin çok dikkatli incelenmesi gereken bir iddia olduğu görülmektedir. Yüzyıllarca Kosova’da bir çok savaş yaşanmış fakat aşağı yukarı son yüz yıla kadar bunların hiçbirisi Arnavutlarla Sırplar arasında bir etnik çatışma niteliğinde olmamıştır. Bu iki halk, 1939’da Kosova’da yapılan savaşta müttefik olarak omuz omuza çarpışmıştı. Avusturya ordusu Kosova’yı işgal edince hem Sırplar, hem Arnavutlar aynı safta yer olarak işgalcilere karşı omuz omuza çarpışmışlardır. Anlaşılacağı üzere günümüz tarihçileri o dönemin kayıtlarını incelerken bu iki halkı birbirinden ayırmada oldukça zorlanmışlardır.
Bunları anlatmaktaki amaç Kosova’nın karşılıklı bir iyiniyet ülkesi olduğunu ima etmek değildir. 18 ve 19 ncu yüzyıllarda bölgede hüküm süren koşullar Müslüman Arnavut köylülerin ezilmesine yol açmaktaydı. Ortodoks Sırplar ile Müslüman Arnavutlar arasındaki ayrımı daha genel ve sistemli bir çatışmaya dönüştüren asıl olay, 19 ncu yüzyılda Balkanlar’da Slav Hıristiyan devletleri boy gösterip yayılırken meselenin politikleşmesi olmuştur. 16 ve 17 nci yüzyıldaki Kosova savaşını çıkaran sebep, Rusya’nın Priştine ve Mitravica’da kendilerini temsil eden yöneticiler aracılığıyla yerli Arnavutlar arasına yeni kuşku ve husumet tohumları ekmesi ve bunun üzerine bölgenin karışması olmuştur. Hepsinden önemlisi de Sırbistan ve Karadağ hükümetlerinin 1912’de Kosova’yı ele geçirir geçirmez tepeden dayattığı politikalar, bölgede daha önce hiç görülmemiş bir ölçekte sistemli düşmanlık ve nefret yaratmıştır.
Arnavutlar açısından bakıldığında Sırbistan-Karadağ yönetiminin dayatılması, Avrupalı Hıristiyan güçlerce fethedilip kolonileştirilen diğer bütün ülkelerdeki halkların (sözgelimi Fransız yönetimi altındaki Cezayirlilerin veya Rus yönetimi altındaki Çeçenlerin) yaşadığı deneyimlerden farksızdır. Kosova tarihinin bu dönemi pek çok yönüyle “kolonici” modele tam anlamıyla uymaktadır.
Ancak Sırplar açısından bakınca 1912’de yaşanan olaylar çok farklı bir düşünce kalıbına göre anlaşılacaktır: esir edilmiş bir nüfusu (Kosova Sırplarını) yabancı bir imparatorluk gücünden (Türklerden) kurtarma uğruna verilen savaşın nihai örneğidir bu.
O zamanlar Sırp hükümeti, kendi davasını yaygınlaştırarak hakim görüş haline getirmek için epeyce uğraşır. 1913 yılında Belgrad’ın büyük güçlere gönderdiği memorandumla Kosova’daki Sırp yönetimini haklı göstermek amacıyla üç gerekçe sıralanmaktadır:
a. Daha uygar olan toplumun manevi hakkı,
b. Bölgenin, Sırp-Ortodoks kilisesine bağlı patriklik binaları içermesinden ve zaten bir
zamanlar ortaçağ Sırp imparatorluğuna bağlı olmasından kaynaklanan tarihi hak,
c. Kosova’daki Sırp nüfusun çoğunluk oluşturmasına dayanan bir tür etnogratik hak.
Bu üç argümandan ilki Kosova’daki Sırp (daha sonra Yugoslav) rejiminin fiilen sergilediği davranışlarla hızla geçerliliğini yitirmiştir. (Sırpların yapmış olduğu katliamlar ve insan hakları ihlalleri, daha uygar olan toplumun manevi hakkı maddesini tamamen ortadan kaldırmaktadır.)
İkinci maddede belirtilen dinsel bir tarihi hak kavramı ise abartılı bir ifadedir; nitekim Doğu Ortodoksluğu da dahil olmak üzere Hıristiyanlığın hiçbir biçiminde Kudüs’ün Yahudilerce kutsal sayılması gibi ortak rol oynayan bir bölge bulunmamaktadır.
Yukarıda belirtilen Sırp memorandumunun yer verdiği üç argümandan üçüncüsü, yani etnografik hak ile ilgili olanı, Kosova üzerine yazılmış bütün tarihsel metinlerin başına en çok bela olandır. Kısaca Kosova’daki Sırp nüfusunun çoğunluğunu onaylayacak veya tasdikleyecek tarihi bir bulgu yoktur.
Bu kitapta anlatılan ve amaçlanan, Kosova bunalımı için ortaya atılmış çözüm önerilerinin hiçbiri lehine veya aleyhine sonuçlara varmak değildir. Bölgedeki Arnavutların bir şekilde kendi kendini yönetmesi dışarıdan bakan gözlemcilerin hemen hemen tümüne gerekli ve haklı görünmektedir. Yani tarihçiler ve politikacılar Arnavutların kendi içlerinde kendi kendilerini yönetmelerinin gerekli olduğunda hem fikirdirler. Ancak denenecek bir çok farklı yol bulunabilir.
Öte yandan Sırbistan’ın da kesintisiz bir tarihi yoktur. Kosova yüzlerce yıl boyunca Sırbistan’a bağlı olmadan yaşamıştır. Çünkü bağlanacağı bir Sırbistan mevcut olmamıştır.
Yine etnik coğrafya açısından bakacak olursak Bosna olgusu Kosova’dan çok farklıdır. Bosna nüfusunu meydana getiren üç halk karmaşık bir şekilde bir arada yaşayarak etnik-dinsel bir mozaik oluşturmuştur. Çoğu bölgede mutlak bir çoğunluk grubu yoktur. Öte yandan Kosova Balkanlar’daki her türden standarda göre etnik açıdan homojen insanların meydana getirdiği pekişmiş bir kitle tanımının örneğini oluşturur. Kendi başına etnik homojenlik, devlet olmak için gerekli ve yeterli değildir ama; irili ufaklı bir çok devletin kuruluşunda doğal bir başlangıç noktası olmuştur. Bosna ya da Hırvatistan Sırplarının kendilerine yeni, yapay olarak homojenleştirilmiş etnik bölgeler kurmasını savunan Sırp politikacıların, zaten Kosova nüfusunun kabaca %90’ını meydana getiren Arnavutların iddialarına karşı çıkmaya hakları olamaz.
2. HARİTADA YOL BULMA: COĞRAFİ YERLER, ADLAR VE HALKLAR
19 ncu yüzyıl başlarına kadar Kosova dünya literatüründe pek tanınmayan bir bölge olarak kalmıştır. Batılıların Kosova’ya ait coğrafi bilgileri birkaç anayol ve dağ isminden ibaret bulunurken bölgeyi gösteren Avrupa haritaları 19 ncu yüzyılın ortalarına kadar hala birçok önemli hata içermekteydi.
Osmanlı hakimiyetinin son döneminde, Kosova’nın erişilmesi ve girilmesi zor bir bölge halinde bulunmasının sebebi politik etmenlerdir. Çünkü bu dönemde, bölgede kronik bir karışıklık, şiddetli isyanlar ve yönetime bağlı güçlerin bunlardan bile daha çok şiddet içeren isyan bastırma çabaları hüküm sürmekteydi.
Kosova’nın tarih boyu hep önem taşımasının nedenlerinden biri coğrafyaya daha doğrusu jeolojiye dayanır. Özellikle bölgenin doğu yarısı için geçerlidir bu. Burası bütün güneydoğu Avrupa’nın mineral bakımından en zengin bölgesidir. 1920’lerde bir Britanya şirketinin geliştirdiği Trepça madeni savaştan sonra Avrupa’nın en büyük kurşun ve çinko kaynağı durumuna gelmişti. Ayrıca ülkenin magnezit üretiminin yarısı burada gerçekleştirilmekteydi. Yugoslavya dünyanın üçüncü büyük magnezit üreticisidir. Batı Kosova’daki krom ve boksit yatakları da büyük önem taşır. Bölgede bir miktar bakır ve demir cevherinin yanısıra kömür yatakları da yer alır.
Kosova’nın maden ve mineral zenginlikleri Romalılardan tutun da Nazilere kadar bir çok fetih ordusunun hedefi haline getirmiştir. 1941’de Yugoslavya’yı işgal eden Hitler, burayı işgal bölgelerine ayırırken, Alman işgal bölgesinin bu zengin maden yatakları ve bu madenleri işleyen fabrikaları içine almasını sağlamaya dikkat etmiştir.
3. KÖKENLER: SIRPLAR, ARNAVUTLAR VE VALAHLAR
İlk Slavların Balkanlara gelişiyle ilgili çoğu ayrıntı net olmasa da belli başlı olaylar bilinmektedir. Sırplar Slav ırkına büyük ölçüde akrabadır ve Hırvatlar ile birlikte Slav kabileleri arasında en büyük topluluklar arasında bulunmaktaydılar.
Tarihçiler Sırpların kökenini Slavlara, Slav ırkının kökeninin ise ilkel bir topluluk olan Valahlara dayandırırlar. Valahların kökeni hakkında gün ışığına çıkmış çok az bilgi vardır. Arnavutların kökeni hakkında ise iki teori vardır. Bu iki teori de birbiriyle çelişen iddialardan öteye gidememiştir. Sonuçta Sırplar ve Arnavutların kökenleri hakkında tarihçiler kesin bulgularla konuşamamakta, dolayısıyla da her grubun mensubu kendilerine en yakın ve çıkarlarına en uygun düşen teorileri benimsemektedirler.
4. ORTAÇAĞDA PRES LAZER ÖNCESİ KOSOVA:850’LERDEN 1380’LERE;
Ortaçağ Kosova’sında Arnavutların ancak bir azınlık oluşturduğu çoğu köy ve kasabanın Slav adları taşıdığı tarihçiler tarafından bilinen bir gerçektir. 14 ncü yüzyıldan 19 ncu yüzyılın sonlarına kadar Balkanlar’da birçok savaş meydana gelmiş ve çok sayıda insan ölmüştür. Bu savaşlar sırasında Sırpların tarihinde önemli yer tutan göç olayları yaşanmış ve Sırplar değişik Balkan ülkelerine topluluklar halinde göç etmiştir.
18 nci yüzyılın ortalarında Balkanlar’da göçlerin etkisiyle yeni topluluklar oluşmuş ve bunların içinde Çingeneler ve Yahudiler önemli bir potansiyel meydana getirmiştir.
Balkan savaşları Balkan ülkelerinin kendi aralarındaki düşmanlıkların ve birbirlerine besledikleri kinin etkisiyle patlak vermiştir. Dünyayı büyük bunalımlara sürükleyen 1 nci Dünya Savaşı yine Sırpların yüzünden çıkmıştır. Bir Sırp milliyetçisin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtını öldürmesi zaten kritik olan dengeleri bozmuş ve 1 nci Dünya Savaşı çıkmıştır.
2 nci Dünya Savaşı sırasında ise Alman orduları bölgeyi işgal etmiş ve Kosova’yı üç bölgeye ayırmıştır. Savaştan ve dengelerin yeniden kurulmasından sonra Balkanlar fırtına öncesi bir sessizliğe bürünmüş ve tarihinde hiç olmadığı kadar sakin bir hayat sürmüştür; ta ki 1981 yılına kadar: 1981 yılında Priştine Üniversitesi’nde başlayan öğrenci hareketleri ve protestolar Balkanlar’ın yeniden karışmasına neden olmuştur.
Bu olaylar dalga dalga yayılarak Sırplarla Arnavutlar arasında etnik bir savaşa dönüşmüştür. Bu savaşta Sırpların bir etnik temizlik planını adım adım uyguladıkları ve kendilerini haklı çıkarmak için Batılı devleri de arkasına alıp bir çok hileye başvurdukları bilinçli tarihçiler tarafından çoktan fark edilmiştir bile.
Bu etnik temizlik esnasında Sırp lider Miloseviç Kosova sorununu sömürerek kısa zamanda ulusal bir lider haline gelmiştir. Kosova Arnavutlarının Miloseviç başkanlığındaki Sırplar tarafından 1990’lardan beri insan hakkı ihlallerinin yeterli bir dokümanını çıkarmak için bu kitaba birkaç yüz sayfa daha eklemek gerekir.
Sırbistan’ın toprak genişletmek amacıyla Nisan 1992’de Bosna’ya savaş açmasıyla Kosova’daki Arnavutların durumu da iyice kötüye gitmeye başlamıştı. Bosna’daki savaşın bitmesi Kosova’daki bunalımı sona erdirememiştir. Sırpların şovenist milliyetçi duyguları tüm olanlardan sonra hala devam etmektedir; sıradan Sırplar Kosova hakkında daha eleştirel düşünmeyi öğrendiklerinde bütün Kosova ve Sırbistan hakları bundan yarar sağlayacak, üstelik Sırpların sağladığı yarar daha da az olmayacaktır.
Noel MALCOLM
Hayvan Mezarlığı
Louis karısı ve iki çocuğu ile Chicago’dan Ludlow’da ormanın hemen yanında bulunan bir eve taşındı. Eve yerleştiler ve daha sonra yan komşuları ile tanıştılar. Komşuları çok yaşlı bir çiftti. Jud ve Norma Crandall. Kısa süre sonra Jud ile Louis ahbab oldular. Her akşam birlikte bira içip Ludlow hakkında konuşuyorlardı. Louis ve ailesi bir hafta sonu evlerinin bahçesinde oturuyorlardı, Jud aileyi görüp yanlarına gitti ve onlara yakında bulunan hayvan mezarlığını görmek isteyip istemediklerini sordu. Louis Eileen’nin çok istemesi üzerine teklifi kabul etti. Jud ve bütün aile yola koyuldular. Yarım saat sonra hayvan mezarlığına vardılar. Jud Louis ve ailesine, aşağıda bulunan kasabadaki çocukların hayvanları öldüğü zaman hayvanlarını buraya gömdüklerini söyledi. Hayvan mezarlığı çocuklar tarafından güzelce düzenlenmişti. Etraftaki gereksiz ot ve çalılıklar çocuklar tarafından koparılmıştı. Jud Eileen’i buraya tek başına gelmeye kalkışırsa ormanın içinde kaybolacağı konusunda uyardı. Hayvan mezarlığını gördükten sonra bütün aile ve Jud eve döndü. Evin kedisi Church kapının önünde Eileen’i bekliyordu aslında Church evin değil Eileen’in kedisiydi. Eileen kedisini o kadar çok seviyordu ki bazı akşamlar kedisi ile birlikte yatıyordu. Evi yerleştirme işi yaklaşık bir hafta sürdü ve daha sonra Louis asıl mesleği olan doktorluğa başladı. Yakında bulunan bir üniversitede rahatsızlanan öğrencileri tedavi ediyordu.
Birgün kafası yarılmış Pascow adında bir öğrenci revire getirildi, fakat Louis daha öğrenciyi muayene edemeden öğrenci öldü. Daha ilk gününde böyle bir durumla karşılaşması Louis’i çok etkilemişti. Louis her akşam Jud’un yanına gidiyor, birkaç bira içip gündelik hayat hakkında konuşuyorlardı. Jud seksen yaşında o bölgenin en yaşlı insanıydı. Louis işe başladıktan birkaç ay sonra Rachel iki çocuğu ile Chicago’ya babasının yanına ziyarete gitti. Louis kayınbirader’i ile arası iyi olmadığı için ziyarete gitmedi. Ertesi sabah Jud Louis’i telefonla aradı ve church’un anayolun kenarında kımıldamadan durduğunu ve ölmüş olabileceğini söyledi. Louis kedinin yanına gitti ve kedinin bir kamyon çarpması sonucu öldüğünü anladı fakat kedinin öldüğünü Eileen’a söyleyemezdi. Eileen her akşam evi arayıp babası ile konuşuyor ve kedisinin nasıl olduğunu soruyordu. Jud bunları öğrenince Louis’e vakit kaybetmeden kediyi bir poşete koymasını, yanına bir kazma kürek alıp kendisini takip etmesini söyledi. Jud hayvan mezarlığı yoluna girdi ve hiç konuşmadan yoluna devan etti. Hayvan mezarlığını geçip farklı bir yola girdiler. Jud hala hiçbirşey konuşmuyordu ta ki ağaçlardan oluşan tepe gibi bir yere gelinceye kadar. Tepe ağaç dallarından oluşuyordu ve burayı aşmak çok zor görünüyordu. Jud Louis’e aşağı hiç bakmadan dümdüz yürümesini söyledi ve önden kendisi hareket etti. Tepede sihirli bir şeyler vardı. Jud zorlanmadan tepeye çıkabiliyordu. Daha sonra Louis de hareketlendi ve sanki birşeyler kendisini yukarıya doğru çekiyordu. Tepeyi kolayca aştılar ve aşağı indiler. Aşağı indiklerinde Jud Louis’e kedi için bir çukur kazmasını istedi. Louis hiçbirşey sormadan çukuru kazdı ve kediyi gömdü ve eve doğru yürümeye başladılar.
Eve vardıklarında Jud kediyi gömdükleri yerin eskiden Kızılderelilerin toprakları olan büyülü bir yer olduğunu söyledi. Jud oraya gömülen hayvanların tekrar cankandığını fakat bazı özelliklerini kaybettiklerini söyledi. Jud da köpeği öldüğü zaman onu büyülü yere gömmüş ve köpek tekrar canlanmıştı, fakat toprak kokuyordu ve uyuz gibi davranıyordu. Eski hareketliliği kalmamıştı. Bazı arkadaşlarının hayvanları canlandıktan sonra çok değişmiş ve etrafa zarar vermişti. Büyülü hayvan mezarlığının sırrını kimse çözememişti. Louis, eğer kedi sabah döndüğünde etrafa zarar verirse onu tekrar öldürecekti, fakat eskisi gibi olusa öldürmeyecekti. En azından kedinin gerçek bir kopyası evde duracaktı. Eileen bunu farketse bile bu durum onu kedinin öldüğünü öğrenmesinden daha az etkileyecekti. Kedi eve eski hali ile dönmüştü. Jud’un söylediği gibi toprak kokuyor ve uyuz davranıyordu. Rachell ve çocuklar eve döndüklerinde Eileen kedideki değişimi farketti, fakat kedinin yaşlandığını düşünerek kimseye birşey sormadı. Artık kediyle yatmıyordu çünkü kedi sürekli toprak kokuyordu. Kısa süre sonra ailede bütün işler bir raya oturdu. Eileen her sabah okula gidiyor ve öğleden sonra geliyordu. Louis her sabah işe gidip akşam geliyordu ve üç yaşında olan Gage her gün biraz daha büyüyordu. Son günlerde babası ile sürekli kovalamaca oynuyorlardı. Bir hafta sonu bütün aile evlerinin bahçesinde piknik yapıyordu. Gage bir ara ailenin yanından uzaklaştı. Louis Gage’in uzaklaştığını farkedince arkasından durması için bağırdı ve arkasından koşmaya başladı. Gage anayola doğru ilerliyordu, babasının sesini duyunca kovalamaca oynadıklarını sanıp daha da hızlanmaya başladı. Louis oğlunun yola çıkmasını engelleyemedi ve Gage yola çıktığı anda bir tanker ona çarptı. Gage yirmi metre ileriye uçtu, narin başı vücudundan koptu.
Louis ve ailesi bir hafta bu olayın şokundan kurtulamadı. Eileen kardeşinin fotoğrafını almış ve elinden hiç bırakmıyordu. Bir hafta sonra Gage’in cenaze töreni vardı. Cenaze töreni bittiğinde Louis’in kafası çok karışıktı. Gage’in yokluğuna kendisini alıştıramıyordu. Aklında sürekli hayvan mezarlığı fikri dolaşıyordu. Kediyi gömmüştü ve kedi tekrar canlanmıştı. Uyuz hareketleri ve toprak kokması dışında kötü bir tarafı yoktu. Ayrıca büyülü bir şey onu hayvan mezarlığına doğru çekiyordu. Uzun süre düşündükten sonra karısını ve kızını olayın şokunu üzerlerinden atmaları bahanesi ile Chicago’ya gönderdi ve oğlunu hayvan mezarlığına götürmeye karar verdi. Çok zor şartlar altında oğlunu mezarlıktan kaçırıp hayvan mezarlığına götürdü. Oğlunun ölümünden dokuz gün geçmişti. Eve döndüğünde vücudunun hiçbir yeri tutmuyordu. Sabah uyandığında Gage eğer etrafa zarar verirse ailesinin haberi olmadan onu öldürecekti. Yattı ve hemen uyudu. O gece Eileen ve Rachell Chicago’da bulunuyordu. Eileen rüyasında babası ile ilgili kötü bir rüya gördü ve annesinden babasının yanına gitmesini istedi. Rachell da Louis’in kendilerini evden uzaklaştırması konusunda süpheleri vardı ve hemen evi aramaya karar verdi. Evi aradı fakat kimse cevap vermiyordu, belirli peryotlarla tekrar aradı fakat cevap veren yoktu. O gece yola koyuldu ve sabaha doğru evin önüne vardı. Arabadan indiğinde Jud’un evinin kapısının açık olduğunu farketti ve başına birşey gelmiş olabileceğini düşünüp içeri girdi. Giriş katını dolaştı fakat kimse yoktu. İkinci kata çıktı ve mutfağın kapısının açık olduğunu farketti. Mutfağa gittiğinde Jud Crandall’ın ölü vücudunu gördü. Cesedin yanında Gage duruyordu. Gage annesini görünce elleri arkada annesine doğru koşmaya başladı ve yanına geldiğinde elindeki neşter ile boğazını kesti. Jud’u da Gage öldürmüştü. Neşteri ise kendi evlerine gidip babasının çantasından almıştı. Louis sabah kalktığında Jud’un kapısının önündeki arabayı gördü ve içinde bir kuşku oluştu. Aşağı kata inip dört şırınga içine morfin doldurdu ve bu arada çantasında neşterinin bulunmadığını farketti. Jud’un evine doğru hareketlendi. Şırıngalardan bir tanesi ile Church’u öldürdü ve yoluna devam etti. Jud’un evine girdi ikinci katın mutfağına geldiğinde adeta şok olmuştu. Jud ve karısı yerde ölü olarak yatıyordu. Bir süre karısına baktı ve sonra mutfaktan çıktı. On metre ilerisinde Gage elleri arkasında babasına doğru yaklaşıyordu. Louis Gage’in elini yakaladı ve şırıngaların ikisini oğluna sapladı. Şırıngalardakimorfin miktarı çok fazlaydı ve Gage hemen öldü. Bu arada Louis cesedin hayvan mezarlığına ne kadar geç gömülürse o kadar çok zararlı olduğunu farketti. Karısını dışarıya çıkarıp evi yaktı. Vakit kaybetmden karısını hayvan mezarlığına götürdü ve gömdü. Sabah olduğunda eski karısı geri dönmüştü.
Stephen KING
Birgün kafası yarılmış Pascow adında bir öğrenci revire getirildi, fakat Louis daha öğrenciyi muayene edemeden öğrenci öldü. Daha ilk gününde böyle bir durumla karşılaşması Louis’i çok etkilemişti. Louis her akşam Jud’un yanına gidiyor, birkaç bira içip gündelik hayat hakkında konuşuyorlardı. Jud seksen yaşında o bölgenin en yaşlı insanıydı. Louis işe başladıktan birkaç ay sonra Rachel iki çocuğu ile Chicago’ya babasının yanına ziyarete gitti. Louis kayınbirader’i ile arası iyi olmadığı için ziyarete gitmedi. Ertesi sabah Jud Louis’i telefonla aradı ve church’un anayolun kenarında kımıldamadan durduğunu ve ölmüş olabileceğini söyledi. Louis kedinin yanına gitti ve kedinin bir kamyon çarpması sonucu öldüğünü anladı fakat kedinin öldüğünü Eileen’a söyleyemezdi. Eileen her akşam evi arayıp babası ile konuşuyor ve kedisinin nasıl olduğunu soruyordu. Jud bunları öğrenince Louis’e vakit kaybetmeden kediyi bir poşete koymasını, yanına bir kazma kürek alıp kendisini takip etmesini söyledi. Jud hayvan mezarlığı yoluna girdi ve hiç konuşmadan yoluna devan etti. Hayvan mezarlığını geçip farklı bir yola girdiler. Jud hala hiçbirşey konuşmuyordu ta ki ağaçlardan oluşan tepe gibi bir yere gelinceye kadar. Tepe ağaç dallarından oluşuyordu ve burayı aşmak çok zor görünüyordu. Jud Louis’e aşağı hiç bakmadan dümdüz yürümesini söyledi ve önden kendisi hareket etti. Tepede sihirli bir şeyler vardı. Jud zorlanmadan tepeye çıkabiliyordu. Daha sonra Louis de hareketlendi ve sanki birşeyler kendisini yukarıya doğru çekiyordu. Tepeyi kolayca aştılar ve aşağı indiler. Aşağı indiklerinde Jud Louis’e kedi için bir çukur kazmasını istedi. Louis hiçbirşey sormadan çukuru kazdı ve kediyi gömdü ve eve doğru yürümeye başladılar.
Eve vardıklarında Jud kediyi gömdükleri yerin eskiden Kızılderelilerin toprakları olan büyülü bir yer olduğunu söyledi. Jud oraya gömülen hayvanların tekrar cankandığını fakat bazı özelliklerini kaybettiklerini söyledi. Jud da köpeği öldüğü zaman onu büyülü yere gömmüş ve köpek tekrar canlanmıştı, fakat toprak kokuyordu ve uyuz gibi davranıyordu. Eski hareketliliği kalmamıştı. Bazı arkadaşlarının hayvanları canlandıktan sonra çok değişmiş ve etrafa zarar vermişti. Büyülü hayvan mezarlığının sırrını kimse çözememişti. Louis, eğer kedi sabah döndüğünde etrafa zarar verirse onu tekrar öldürecekti, fakat eskisi gibi olusa öldürmeyecekti. En azından kedinin gerçek bir kopyası evde duracaktı. Eileen bunu farketse bile bu durum onu kedinin öldüğünü öğrenmesinden daha az etkileyecekti. Kedi eve eski hali ile dönmüştü. Jud’un söylediği gibi toprak kokuyor ve uyuz davranıyordu. Rachell ve çocuklar eve döndüklerinde Eileen kedideki değişimi farketti, fakat kedinin yaşlandığını düşünerek kimseye birşey sormadı. Artık kediyle yatmıyordu çünkü kedi sürekli toprak kokuyordu. Kısa süre sonra ailede bütün işler bir raya oturdu. Eileen her sabah okula gidiyor ve öğleden sonra geliyordu. Louis her sabah işe gidip akşam geliyordu ve üç yaşında olan Gage her gün biraz daha büyüyordu. Son günlerde babası ile sürekli kovalamaca oynuyorlardı. Bir hafta sonu bütün aile evlerinin bahçesinde piknik yapıyordu. Gage bir ara ailenin yanından uzaklaştı. Louis Gage’in uzaklaştığını farkedince arkasından durması için bağırdı ve arkasından koşmaya başladı. Gage anayola doğru ilerliyordu, babasının sesini duyunca kovalamaca oynadıklarını sanıp daha da hızlanmaya başladı. Louis oğlunun yola çıkmasını engelleyemedi ve Gage yola çıktığı anda bir tanker ona çarptı. Gage yirmi metre ileriye uçtu, narin başı vücudundan koptu.
Louis ve ailesi bir hafta bu olayın şokundan kurtulamadı. Eileen kardeşinin fotoğrafını almış ve elinden hiç bırakmıyordu. Bir hafta sonra Gage’in cenaze töreni vardı. Cenaze töreni bittiğinde Louis’in kafası çok karışıktı. Gage’in yokluğuna kendisini alıştıramıyordu. Aklında sürekli hayvan mezarlığı fikri dolaşıyordu. Kediyi gömmüştü ve kedi tekrar canlanmıştı. Uyuz hareketleri ve toprak kokması dışında kötü bir tarafı yoktu. Ayrıca büyülü bir şey onu hayvan mezarlığına doğru çekiyordu. Uzun süre düşündükten sonra karısını ve kızını olayın şokunu üzerlerinden atmaları bahanesi ile Chicago’ya gönderdi ve oğlunu hayvan mezarlığına götürmeye karar verdi. Çok zor şartlar altında oğlunu mezarlıktan kaçırıp hayvan mezarlığına götürdü. Oğlunun ölümünden dokuz gün geçmişti. Eve döndüğünde vücudunun hiçbir yeri tutmuyordu. Sabah uyandığında Gage eğer etrafa zarar verirse ailesinin haberi olmadan onu öldürecekti. Yattı ve hemen uyudu. O gece Eileen ve Rachell Chicago’da bulunuyordu. Eileen rüyasında babası ile ilgili kötü bir rüya gördü ve annesinden babasının yanına gitmesini istedi. Rachell da Louis’in kendilerini evden uzaklaştırması konusunda süpheleri vardı ve hemen evi aramaya karar verdi. Evi aradı fakat kimse cevap vermiyordu, belirli peryotlarla tekrar aradı fakat cevap veren yoktu. O gece yola koyuldu ve sabaha doğru evin önüne vardı. Arabadan indiğinde Jud’un evinin kapısının açık olduğunu farketti ve başına birşey gelmiş olabileceğini düşünüp içeri girdi. Giriş katını dolaştı fakat kimse yoktu. İkinci kata çıktı ve mutfağın kapısının açık olduğunu farketti. Mutfağa gittiğinde Jud Crandall’ın ölü vücudunu gördü. Cesedin yanında Gage duruyordu. Gage annesini görünce elleri arkada annesine doğru koşmaya başladı ve yanına geldiğinde elindeki neşter ile boğazını kesti. Jud’u da Gage öldürmüştü. Neşteri ise kendi evlerine gidip babasının çantasından almıştı. Louis sabah kalktığında Jud’un kapısının önündeki arabayı gördü ve içinde bir kuşku oluştu. Aşağı kata inip dört şırınga içine morfin doldurdu ve bu arada çantasında neşterinin bulunmadığını farketti. Jud’un evine doğru hareketlendi. Şırıngalardan bir tanesi ile Church’u öldürdü ve yoluna devam etti. Jud’un evine girdi ikinci katın mutfağına geldiğinde adeta şok olmuştu. Jud ve karısı yerde ölü olarak yatıyordu. Bir süre karısına baktı ve sonra mutfaktan çıktı. On metre ilerisinde Gage elleri arkasında babasına doğru yaklaşıyordu. Louis Gage’in elini yakaladı ve şırıngaların ikisini oğluna sapladı. Şırıngalardakimorfin miktarı çok fazlaydı ve Gage hemen öldü. Bu arada Louis cesedin hayvan mezarlığına ne kadar geç gömülürse o kadar çok zararlı olduğunu farketti. Karısını dışarıya çıkarıp evi yaktı. Vakit kaybetmden karısını hayvan mezarlığına götürdü ve gömdü. Sabah olduğunda eski karısı geri dönmüştü.
Stephen KING
Sarı Zeybek
Kitap, Atatürk’ün hastalığının ilk belirtisinin görüldüğü 11 Kasım 1923 tarihiyle başlıyor. Atatürk Cumhuriyeti kuralı onüç gün olmuştu ve Çankaya’da eşiyle birlikte öğle yemeğindelerken eli birden kalbine gitmiş ve şiddetli bir sancıyla kıvranmıştı. Yirmi dakika kadar süren bu sancı atatürk’e epey sıkıntılı anlar yaşatmıştı. Aynı sancı iki gün sonra tekrarlamış ve doktorların ilk muayenesinden, kalbinin çok çalışmaktan yorgun düştüğü teşhisi koyulmuştu. Atatürk’ün kalbinin dinlenmesi için istirahat etmesi ve perhiz gerekiyordu. Sigara azaltılmalıydı. Fakat yakın çevresi dahil Atatürk’e bunları yaptırmak kolay değildi. Sonunda Atatürk’e hakim olunamayacağı anlaşılınca, izmir seyahati önerildi. Atatürk İzmir’de 50 günlük bir istirahat sonunda, Ankara’ya dinlenmiş olarak geri döndü ve hemen işe koyuldu.
Atlatıldı sanılan bu ilk kriz, yazara göre Atatürk’ün ölümle ilk randevusu idi. İkinci kriz, 3,5 yıl sonra 22 Mayıs 1927 tarihinde Atatürk’ü gece, yatağında yakaladı. Şikayet gene aynıydı : sol kolunda ve göğsünde şiddetli bir ağrı vardı. Teşhis aynıydı: yorgunluk, fakat bu kez hükümet olaya el koydu. Berlin’den doktor getirtildi. Doktorlar atatürk’ün çok sigara içmekten dolayı göğüs anjini geçirmiş olduğuna karar verdi. Tedavisi de aynıydı. Fakat Atatürk’e bunları yaptırmak hemen hemen imkansızdı. O kendinin hasta olduğuna inanmıyordu. Gerçekte de teşhis doğru değildi. Çünkü hasta olan kalbi değil, karaciğeriydi. Atatürk bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle ve çok çalışıyordu. Ayrıca sigara içkiyi de çok kullanıyordu. Dinlenmeye ise hiç zaman ayıramıyordu. Atatürk, bir gün genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’a neden içtiğini şöyle açıklamıştı:
“içiyorum, çünkü: bu vücut artık bu kafayı taşımıyor. Kafam vücudumun çok önünde gidiyor. Beynimi huzura kavuşturmak, biraz dinlendirmek için içiyorum.”
Ancak, burada da dinlenmek pek mümkün olmuyordu. Çünkü Atatürk’ün sofrası, sadece yemek yenen içki içilen bir yer değildi. Burası, bir “bilgeler meclisi” ya da bir “danışma kurulu” ydu. Ülkenin her meselesi orada gündeme gelir, Atatürk orada devlet adamları ve düşünce adamlarıyla sabahlara dek süren tartışmalar yapardı. Bu çalışmalar sabahın ilk ışıklarıyla son bulurdu. Atatürk, konuklarını uğurladıktan sonra çoğu zaman yüzünü yıkar, tıraş olur ve yeni güne başlardı. Fakat, atatürk 1936’dan itibaren yorulmaya başlamıştı. Çalışma arkadaşları, masadaki devin mavi gözlerinde yanan ışıkların sönmeye yüz tuttuğunu fark ettiler. Artık öğleden sonra uyanıyor, küçük gezintiler yapıyor ve çabuk yoruluyordu. Çehresi müthiş değişmiş, benzi solmuş, hatları keskinleşmişti.
İlk kriz bir kasım günü gelmişti. İlk ateş de bir kasım günü geldi. Tıpkı son sancının bir kasım sabahı geleceği gibi...
21 kasım 1937 sabahı, Atatürk şiddetli bir titremeyle uyandı. Zatürre kapıdaydı. Ateşi 39’u vurmuştu. Göğsünün sağ tarafında bir ağrı vardı. Ciğeri kan toplamıştı. Doktorlar bu kez işin çok ciddi olduğunu anlatıp, kesin perhiz istediler. Atatürk izleyen beş günde dinlendi, perhize uydu ve hızla iyileşti ve yeniden hiçbir şey olmamış gibi işe koyuldu.
1938 başında hastalık iyiden iyiye “geliyorum” demeye başladı. Uzun süredir hissedilen halsizlik ve iştahsızlığa şimdi iki yeni illet eklenmişti: burun kanaması ve kaşıntı. Sol bacağının kasık bölgesiyle diz kapağı arasında müthiş bir kaşıntı başlamıştı.
Atatürk sözde devamlı doktor kontrolü altındaydı. Ama şikayetlerine karşı devamlı anlık tedaviler uygulanıyordu. Doktorlar iştahsızlığına iştah açıcı meze tavsiye ediyor, burun kanamalarına da tamponla çare bulmaya çalışıyorlardı.
Kaşıntının da sebebi bulunmuştu: kırmızı karıncalar. Atatürk, hemen kaplıca tedavisi için, gerçek teşhisle yüzleşeceği Yalova’daki kaplıcaya gönderildi.
Atatürk, derdini bir kez de kaplıca müdürü Doktor Belger’e anlattı. İşte gerçek hüküm anı gelmişti. Dr. Belger, karaciğerden kuşkulandı ve büyümeyi fark etti. Karaciğer kaburga altını 3 parmak kadar aşmış ve sertleşmişti.
Karaciğerdeki büyüme “siroz başlangıcı”nın işaretiydi ve bu teşhiste en az bir yıl gecikilmişti. Tarih: 22 ocak 1938.
Şubat sonlarında, Atatürk’ün hastalığının vehameti hükümete iletildi. Başvekil Celal Bayar, atatürk’ün muayene ve tedavisi için almanya’dan ve Fransa’dan doktor getirtmek istediklerini atatürk’e söyledi. Fakat Atatürk yabancı doktorları istemedi. Atatürk’e göre, ortada hatay meselesi vardı ve hastalığının hariçte duyulması hiç de iyi olmazdı.
Nihayet, türk hekimleri 6 mart 1938 günü Atatürk’ü muayene ettiler, uzun uzun tedavi üzerine konuştular. Hastalığın sonunda mutlaka “ölüm” olduğunu hepsi biliyordu. Yapılacak tek şey, bu feci akıbeti geciktirmekten ibaretti.
Bütün bu bilgiler Atatürk’e iletildi. Atatürk’e içkiyi bırakması gerektiği bildirildi. Atatürk, her ne kadar doktorların, hastalığını içkiye bağlamalarına inanmasa da, o günden ölünceye kadar yani 9 ay süreyle ağzına içki koymadı.
Atatürk’ün sağlığı üzerine üretilen dedikodular iyice artmıştı. Avrupa gazetelerinde Ata’nın sağlığına ilişkin karamsar haberler çıkıyordu. Fransızlar, hatay meselesinin bizzat içinde olduklarından, Atatürk’ün sağlık durumunu merak ediyorlardı. Gazetelerde Atatürk’ün ağır hasta olduğu yazılıyordu. Anadolu ajansı her ne kadar bunları tekzip etse de böyle haberlerin tek bir tekzip şekli olurdu: Atatürk’ün ortaya çıkması.
Bunu Atatürk’ te biliyordu. Hem milletine söz vermişti. Hatay’ı geri alacaktı. 19 Mayıs onun doğum günüydü. Ankara’daki kutlamalardan sonra Mersin’e hareket etti. Dünyaya yaşadığını ve gücünü gösterecekti.
İşte bu tam bir çılgınlıktı. Üç ay boyunca her günün 23 saatini yatarak geçirmesi gereken bir adam, mayıs sıcağının kavurduğu Mersin’e gidiyordu. Hatay sorunu böylesine gündemdeyken, ülkesinin ona ihtiyacı varken nasıl yatıp dinlenebilirdi?
Ve mersin seyahati, bu yüzden o’nun için “son darbe” oldu. Yabancı basındaki hastalık haberleri kesilmişti. Kısa bir süre sonra Fransız ve İngilizler Hatay konusunda tüm koşullarımızı kabul ettiklerini bildirdiler.
Beklenen sonuç alınmıştı. Ama bu güç gösterisi Atatürk’ün canına mal olacaktı. Karaciğerinde büyüyen hastalık ikinci ve şifasız devresine girerken, Atatürk 1 Haziran 1938’de Savanorasına, sadece 55 gün kullanabileceği yüzer sarayına kavuşuyordu. Atatürk hala hastalığını ciddiye almıyor ve çok çalışıyordu.
Sonunda, Savanora’da fazla kalamayacağı anlaşıldı ve 25 Temmuz günü Dolmabahçe sarayına taşındı. Hastalığı üçüncü ve son aşamasına böylece girmiş oluyordu.
Atatürk’ün karnı iyice şişmişti. Doktorlar bu suyun alınması gerektiğine karar verdiler. Operasyon başarı ile tamamlanmıştı ve Atatürk’ün karnından tam 12 litre su çıkartılmıştı.o geceden itibaren doktorlar, Atatürk’ün devamlı istirahat etmesi gerektiğini belirterek, ziyaretleri yasakladılar. Çok zorunlu haller dışında hastanın yanına kimse alınmayacak, fazla konuşturulmayacaktı. Bu tavsiyelere harfiyen uyulması için de en yakınındaki 5 kişi o geceden itibaren yan odada nöbet tutmaya başladılar. Bu nöbetler, 10 Kasım’a dek aralıksız devam etti.
Ekim’e girilirken Atatürk derin uykular uyuyor, sabahları bitkin uyanıyordu. Geceleri inlemeye ve sayıklamaya başlamıştı. Atatürk’ün sıhhi durumu iyice kötüleşmişti. Nihayet ilk ağır koma 16 ekim pazar günü geldi. Durumu bir bildiriyle halka anlatıldı. Ülke ayağa kalkmıştı. Ülkenin üstüne adeta ölü toprağı serpilmiş gibiydi. Türkiye nefesini tutmuş, Atası için dua ediyordu. Korkulan olmadı. Atatürk ölümü yenmişti.
Nihayet 29 Ekim gelmişti. Cumhuriyet 15. Yaş gününü kutluyordu. Atatürk ise saray’da yatağında “ah Ankara... Ah Ankara’ya gidemedik” diye yakınıyordu.
Atatürk 29 Ekim’den 7 Kasım’a kadar ki 10 günü yarı uyur, yarı uyanık halde geçirdi. Genellikle kendinde değildi.
7 Kasım sabahı arkaüstü yatarken tükürmeye başladı. Tükürüğünde kan vardı. Atatürk karnındaki suyun çekilmesini istedi. Doktorlar, onun son buyruğunu yerine getirdiler. Rahatlamıştı.
8 Kasım’a girilirken kendini bilmiyordu. Saat 19.00’da ikinci ağır komaya girdi. Gece Anadolu Ajansı durumun ciddiyetini bildiriyordu.
Artık bütün Ülke, Ata’sının son saatlerini yaşadığını biliyordu. Ama ağlamaktan ve dua etmekten başka kimsenin elinden bir şey gelmiyordu.
9 Kasım çarşamba sabahı, Atatürk’te adale kasılmalarıyla istem dışı hareketler ve inlemeler görüldü.
Akşama doğru Atatürk yeni bir komaya girmişti. Nefes borusundan hırıltılar işitilmeye başlandı. Baş ucundaki doktorlar müşahade defterine “agani” diye not düştüler.
Agani: Can çekişme demekti. Resmi tebliği: 9 kasım – saat 24.00, saat 20.00’den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumi ahval vahamete doğru seyretmektedir. 10 Kasım sabahı ulu önderin, boğazındaki hırıltılar azalmıştı. Saat 09.00 olduğunda göğsü hızla inip çıkmaya başladı. Dünyadaki son 5 dakikasına gözleri kapalı giriyordu.
CAN DÜNDAR
Atlatıldı sanılan bu ilk kriz, yazara göre Atatürk’ün ölümle ilk randevusu idi. İkinci kriz, 3,5 yıl sonra 22 Mayıs 1927 tarihinde Atatürk’ü gece, yatağında yakaladı. Şikayet gene aynıydı : sol kolunda ve göğsünde şiddetli bir ağrı vardı. Teşhis aynıydı: yorgunluk, fakat bu kez hükümet olaya el koydu. Berlin’den doktor getirtildi. Doktorlar atatürk’ün çok sigara içmekten dolayı göğüs anjini geçirmiş olduğuna karar verdi. Tedavisi de aynıydı. Fakat Atatürk’e bunları yaptırmak hemen hemen imkansızdı. O kendinin hasta olduğuna inanmıyordu. Gerçekte de teşhis doğru değildi. Çünkü hasta olan kalbi değil, karaciğeriydi. Atatürk bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle ve çok çalışıyordu. Ayrıca sigara içkiyi de çok kullanıyordu. Dinlenmeye ise hiç zaman ayıramıyordu. Atatürk, bir gün genel sekreteri Hasan Rıza Soyak’a neden içtiğini şöyle açıklamıştı:
“içiyorum, çünkü: bu vücut artık bu kafayı taşımıyor. Kafam vücudumun çok önünde gidiyor. Beynimi huzura kavuşturmak, biraz dinlendirmek için içiyorum.”
Ancak, burada da dinlenmek pek mümkün olmuyordu. Çünkü Atatürk’ün sofrası, sadece yemek yenen içki içilen bir yer değildi. Burası, bir “bilgeler meclisi” ya da bir “danışma kurulu” ydu. Ülkenin her meselesi orada gündeme gelir, Atatürk orada devlet adamları ve düşünce adamlarıyla sabahlara dek süren tartışmalar yapardı. Bu çalışmalar sabahın ilk ışıklarıyla son bulurdu. Atatürk, konuklarını uğurladıktan sonra çoğu zaman yüzünü yıkar, tıraş olur ve yeni güne başlardı. Fakat, atatürk 1936’dan itibaren yorulmaya başlamıştı. Çalışma arkadaşları, masadaki devin mavi gözlerinde yanan ışıkların sönmeye yüz tuttuğunu fark ettiler. Artık öğleden sonra uyanıyor, küçük gezintiler yapıyor ve çabuk yoruluyordu. Çehresi müthiş değişmiş, benzi solmuş, hatları keskinleşmişti.
İlk kriz bir kasım günü gelmişti. İlk ateş de bir kasım günü geldi. Tıpkı son sancının bir kasım sabahı geleceği gibi...
21 kasım 1937 sabahı, Atatürk şiddetli bir titremeyle uyandı. Zatürre kapıdaydı. Ateşi 39’u vurmuştu. Göğsünün sağ tarafında bir ağrı vardı. Ciğeri kan toplamıştı. Doktorlar bu kez işin çok ciddi olduğunu anlatıp, kesin perhiz istediler. Atatürk izleyen beş günde dinlendi, perhize uydu ve hızla iyileşti ve yeniden hiçbir şey olmamış gibi işe koyuldu.
1938 başında hastalık iyiden iyiye “geliyorum” demeye başladı. Uzun süredir hissedilen halsizlik ve iştahsızlığa şimdi iki yeni illet eklenmişti: burun kanaması ve kaşıntı. Sol bacağının kasık bölgesiyle diz kapağı arasında müthiş bir kaşıntı başlamıştı.
Atatürk sözde devamlı doktor kontrolü altındaydı. Ama şikayetlerine karşı devamlı anlık tedaviler uygulanıyordu. Doktorlar iştahsızlığına iştah açıcı meze tavsiye ediyor, burun kanamalarına da tamponla çare bulmaya çalışıyorlardı.
Kaşıntının da sebebi bulunmuştu: kırmızı karıncalar. Atatürk, hemen kaplıca tedavisi için, gerçek teşhisle yüzleşeceği Yalova’daki kaplıcaya gönderildi.
Atatürk, derdini bir kez de kaplıca müdürü Doktor Belger’e anlattı. İşte gerçek hüküm anı gelmişti. Dr. Belger, karaciğerden kuşkulandı ve büyümeyi fark etti. Karaciğer kaburga altını 3 parmak kadar aşmış ve sertleşmişti.
Karaciğerdeki büyüme “siroz başlangıcı”nın işaretiydi ve bu teşhiste en az bir yıl gecikilmişti. Tarih: 22 ocak 1938.
Şubat sonlarında, Atatürk’ün hastalığının vehameti hükümete iletildi. Başvekil Celal Bayar, atatürk’ün muayene ve tedavisi için almanya’dan ve Fransa’dan doktor getirtmek istediklerini atatürk’e söyledi. Fakat Atatürk yabancı doktorları istemedi. Atatürk’e göre, ortada hatay meselesi vardı ve hastalığının hariçte duyulması hiç de iyi olmazdı.
Nihayet, türk hekimleri 6 mart 1938 günü Atatürk’ü muayene ettiler, uzun uzun tedavi üzerine konuştular. Hastalığın sonunda mutlaka “ölüm” olduğunu hepsi biliyordu. Yapılacak tek şey, bu feci akıbeti geciktirmekten ibaretti.
Bütün bu bilgiler Atatürk’e iletildi. Atatürk’e içkiyi bırakması gerektiği bildirildi. Atatürk, her ne kadar doktorların, hastalığını içkiye bağlamalarına inanmasa da, o günden ölünceye kadar yani 9 ay süreyle ağzına içki koymadı.
Atatürk’ün sağlığı üzerine üretilen dedikodular iyice artmıştı. Avrupa gazetelerinde Ata’nın sağlığına ilişkin karamsar haberler çıkıyordu. Fransızlar, hatay meselesinin bizzat içinde olduklarından, Atatürk’ün sağlık durumunu merak ediyorlardı. Gazetelerde Atatürk’ün ağır hasta olduğu yazılıyordu. Anadolu ajansı her ne kadar bunları tekzip etse de böyle haberlerin tek bir tekzip şekli olurdu: Atatürk’ün ortaya çıkması.
Bunu Atatürk’ te biliyordu. Hem milletine söz vermişti. Hatay’ı geri alacaktı. 19 Mayıs onun doğum günüydü. Ankara’daki kutlamalardan sonra Mersin’e hareket etti. Dünyaya yaşadığını ve gücünü gösterecekti.
İşte bu tam bir çılgınlıktı. Üç ay boyunca her günün 23 saatini yatarak geçirmesi gereken bir adam, mayıs sıcağının kavurduğu Mersin’e gidiyordu. Hatay sorunu böylesine gündemdeyken, ülkesinin ona ihtiyacı varken nasıl yatıp dinlenebilirdi?
Ve mersin seyahati, bu yüzden o’nun için “son darbe” oldu. Yabancı basındaki hastalık haberleri kesilmişti. Kısa bir süre sonra Fransız ve İngilizler Hatay konusunda tüm koşullarımızı kabul ettiklerini bildirdiler.
Beklenen sonuç alınmıştı. Ama bu güç gösterisi Atatürk’ün canına mal olacaktı. Karaciğerinde büyüyen hastalık ikinci ve şifasız devresine girerken, Atatürk 1 Haziran 1938’de Savanorasına, sadece 55 gün kullanabileceği yüzer sarayına kavuşuyordu. Atatürk hala hastalığını ciddiye almıyor ve çok çalışıyordu.
Sonunda, Savanora’da fazla kalamayacağı anlaşıldı ve 25 Temmuz günü Dolmabahçe sarayına taşındı. Hastalığı üçüncü ve son aşamasına böylece girmiş oluyordu.
Atatürk’ün karnı iyice şişmişti. Doktorlar bu suyun alınması gerektiğine karar verdiler. Operasyon başarı ile tamamlanmıştı ve Atatürk’ün karnından tam 12 litre su çıkartılmıştı.o geceden itibaren doktorlar, Atatürk’ün devamlı istirahat etmesi gerektiğini belirterek, ziyaretleri yasakladılar. Çok zorunlu haller dışında hastanın yanına kimse alınmayacak, fazla konuşturulmayacaktı. Bu tavsiyelere harfiyen uyulması için de en yakınındaki 5 kişi o geceden itibaren yan odada nöbet tutmaya başladılar. Bu nöbetler, 10 Kasım’a dek aralıksız devam etti.
Ekim’e girilirken Atatürk derin uykular uyuyor, sabahları bitkin uyanıyordu. Geceleri inlemeye ve sayıklamaya başlamıştı. Atatürk’ün sıhhi durumu iyice kötüleşmişti. Nihayet ilk ağır koma 16 ekim pazar günü geldi. Durumu bir bildiriyle halka anlatıldı. Ülke ayağa kalkmıştı. Ülkenin üstüne adeta ölü toprağı serpilmiş gibiydi. Türkiye nefesini tutmuş, Atası için dua ediyordu. Korkulan olmadı. Atatürk ölümü yenmişti.
Nihayet 29 Ekim gelmişti. Cumhuriyet 15. Yaş gününü kutluyordu. Atatürk ise saray’da yatağında “ah Ankara... Ah Ankara’ya gidemedik” diye yakınıyordu.
Atatürk 29 Ekim’den 7 Kasım’a kadar ki 10 günü yarı uyur, yarı uyanık halde geçirdi. Genellikle kendinde değildi.
7 Kasım sabahı arkaüstü yatarken tükürmeye başladı. Tükürüğünde kan vardı. Atatürk karnındaki suyun çekilmesini istedi. Doktorlar, onun son buyruğunu yerine getirdiler. Rahatlamıştı.
8 Kasım’a girilirken kendini bilmiyordu. Saat 19.00’da ikinci ağır komaya girdi. Gece Anadolu Ajansı durumun ciddiyetini bildiriyordu.
Artık bütün Ülke, Ata’sının son saatlerini yaşadığını biliyordu. Ama ağlamaktan ve dua etmekten başka kimsenin elinden bir şey gelmiyordu.
9 Kasım çarşamba sabahı, Atatürk’te adale kasılmalarıyla istem dışı hareketler ve inlemeler görüldü.
Akşama doğru Atatürk yeni bir komaya girmişti. Nefes borusundan hırıltılar işitilmeye başlandı. Baş ucundaki doktorlar müşahade defterine “agani” diye not düştüler.
Agani: Can çekişme demekti. Resmi tebliği: 9 kasım – saat 24.00, saat 20.00’den itibaren dalgınlık artmıştır. Umumi ahval vahamete doğru seyretmektedir. 10 Kasım sabahı ulu önderin, boğazındaki hırıltılar azalmıştı. Saat 09.00 olduğunda göğsü hızla inip çıkmaya başladı. Dünyadaki son 5 dakikasına gözleri kapalı giriyordu.
CAN DÜNDAR
İki Şehrin Hikayesi
1775 yılının Kasım ayının dondurucu bir gecesinde eski ve saygı duyulan Tellson bankasının temsilcisi Mr. Jervis Lorry, bir posta arabasıyla Dover şehrine gider. Orada son günler, Londra’dan geri dönmesi için ülkesine çağrılan Lucie Manette adında güzel bir Fransız ile buluşacaktır. Birlikte Paris’e giderler. Manette‘nin babası, Dr. Manette, Defarge’lerin meyhanesinin üstündeki küçük bir tavan arasında gizlenmektedir. Dr. Manette Bastille hapishanesindeki bir hücrede tek başına 18 yıl hapis tutulmuştur. Şimdi, ruhsal dengesi bozulduğundan İngiltere’ye mülteci olarak götürülecektir. Lorry ve Luci Manette’nin Paris gezisine Tellson bankasının Jerry Cruncher adında sadık, garip görünüşlü bir hizmetkârı da eşlik eder.
Defarge’lerin meyhanesi, Paris’teki ihtilalcilerin merkezidir. Eski rejimin baş düşmanı olan Defarge’ler tavan arasını Dr.Manette’ye vermişler ve Dr. Manette de hergün geçmişini hatırlamaya çalışmıştır. Bu arada Bn.Defarge ihtilâl geldiği zaman ortadan kaldırılmasını istediği bütün aristokratların adlarını içeren garip bir atkı örmektedir.
Lucie ve Jarvis Lorry’nin yaşlı Dr.Manette’yi Londra’ya getirmelerinden beş sene sonra, John Barsad adındaki bir adamın İngiltere aleyhine casusluk yapmakla itham ettiği Charles Darney adındaki bir Fransızca öğretmeninin yargılanmasında bulunurlar. Manette’ler beş sene önce Fransa’dan İngiltere’ye dönerlerken Darney’e vapurda rastladıklarını söylerler.Darney’i parlak bir avukat olan, Sydney Carton kurtarır. Carton sanığa o kadar benzer ki diğer avukat Mr. Stryver, sanığı “tanıyanlar”ın ifadelerini alt üst eder.
Yargılanmadan sonra, Darney ve Carton Manette’lerin mütevazi evlerini sık sık ziyaret ederler. Darney’in St.Evemonde’ler denen bencil Fransız aristokratlarının mirasçısı oldukları anlaşılır. Onlarala hiçbir alışverişte bulunmamaya karar veren Darney Londra’da yaşamaya karar vermiştir.
Parlak fakat istikrarsız biri olan Carton, Mr. Stryver’ın davalarının hazırlanmasıyla görevlendirilirse de çok defa sarhoş olduğundan duruşmalarda hazır bulunamaz.Her iki genç de Lucie ‘ye kur yaparlar.Darney’i seçtiği zaman Carton asil bir hareketle Lucie’nin seçtiği bir kimse için hayatını feda etmeye hazır olduğunu söyler.
Darney ve Lucie evlenirler. Fransa’da ihtilâl patlayıp, ihtilâlciler Bastille hapishanesini basarak mahkumları serbest bıraktıkları zaman, küçük kızları altıyaşındadır. Charles Darney’in amcası St.Evrémondé Markisinin kullandığı arabanın küçük bir çocuğu öldürmesi Fransız köylülerini öfkelendirmiştir. Çocuğun babası Markisi mahkemeye getiremeyince, yatağında öldürmüş ve bunun sonucunda da asılmıştır.
Bir gün İngiltere’deki yeni St.Evrémondé Markisine bir mektup gelir. Darney, mektuptan, ailesinin eski hizmetçisinin ihtilâlciler tarafından hapsedilir.Markis’e müdahale ederek kendini kurtarmasını rica eder. Çünkü tutuklandığı zaman Charles’in emirlerini yerine getirmeye çalışarak halka aile namına tazminat vermektedir. Darney, şerefli bir düşünceyle, Fransa’ya giderek bir şeyler yapmaya karar verir.
Böylece, Paris’e Tellson bankasının bu şehirdeki bir işini yönetecek Jarvis Lorry ile birlikte gider. Darney, şehre gelir gelmez, ülkeye dönen bir aristokrat diye tutuklanır. Haber İngiltere ulaşır ulaşmaz, Lucie ve Manette, yardım için Fransa’ya giderler. Bastille zindanında uzun yıllar hapsediln Dr.Manette, bu olayın damadının kurtulmasına yardımcı olacağını düşünür.
Manette’ler Paris’e geldiği zaman terör rejimi tam bir egemenlik kurmuştur. Kana susamış ihtilâlciler, yaşlı doktora saygı gösteriyorlarsa da, Defarge’lerin St.Evrémondé ailesi mensuplarına besledikleri nefret öylesine derindir ki, Darney mahkeme önüne çıkarılmadan önce, bir buçuk yıl hapis yatar.Bütün bu süre zarfında Lucie kocasını göremez.
Darney, sonunda mahkeme önüne çıkarılır. Bn. Defarge mahkeme salonunun ön sırasında oturur, şeytani atkısını örer ve Darney’in öldürülmesini ister. Charles, St. Evrémondé’lerle hiçbir alışverişi olmadığını söyler ve gerçekte ailenin servetinin yıllarca zarar verdikleri halka geri verilmesini emrettiğini söyler. Halkın saygı duyduğu Dr. Manette adının lehine konuştuğu zaman, mahkemedeki dinleyiciler kendisini alkışlarlar. Darney serbest bırakılır.
Mahkeme kendisini serbest bırakmakla beraber, Darney’in Fransa’dan İngiltere’ye gitmesine izin vermez. Manette’ler bu zaferi henüz kutlamamışlardı ki, Darney yeniden tutuklanır. Defarge’ler ve kimliği belirtilmeyen esrarengiz bir tanık onu, halk düşmanlığıyla suçlamıştır. Darney, hücresinde teselli edilemez bir durumda kendisini suçlayanın kim olabileceğini, Lucie’nin eski sadık himetçisi Bn.Pross , uzun yıllardır görmediği kayıp kardeşini Paris sokaklarında görür. Bu senelerce önce İngiltere’deki mahkemede Darney aleyhine tanıklık yapan hain John Barsad’dır.
Şimdi, Sydney Carton da Paris’tedir. İhtilâlcilerin bir casusu olarak Barsad’la görüşür. Kendisini, daha önce İngiltere için casusluk yapmış biri diye teşhir edeceği tehtidinde bulunarak, onunla gizli bir antlaşma yapar.
Darney’in yeni mahkemesinde, Mr. Deuarge, St. Evrémonde’ları iğrenç suçlamalarla karalayan bir liste çıkarır. Adam, Dr. Manetta’yı da, Darney aleyhindeki tanıklar arasında gösterir. Bu önemli belge, ihtiyar doktor tarafından Bastille’deki hapis hayatı sırasında yazılmış ve ihtilâlciler burasını ele geçirdikleri zaman Defarge, Dr. Manette’nin hücresinde bulmuştur.
Belgede St. Evrémondé Markisinin dehşet saçan bir suçu nasıl işlediği ve tutuklandığı anlatılmaktadır. Soyluların hukukuna göre Markis Bn. Defarge’in kız kardeşi yoksul bir kızın ırzı geçmiştir. Kız ölüm döşeğindeyken Dr. Manette Evrémondé ailesini lanetlemektedir.
Uzun yıllar unutulan bu belgenin hakimler üzerinde etkisi olur. Bunu yazdığını reddetmesine ve hakimlerden merhamet dilemesine rağmen, Dr.Marnette’nin sözleri göz önüne alınmaz Darney’in atalarının işlediği suçların cezasını çekmesi kanaatiyle 24 saat içinde giyotinle öldürülmesine karar verilir.Fakat yıllardı kendisini terkeden Sydney Carton, şimdi sevdiği kadının kocası adına hareket etmeye karar verir.Şantaj yaptığı Barsad’ın yardımıyla, Barney’in hücresine girmeyi başarır. Kendisi ile elveda içkisi içeceğini söyleyerek Barney’in içkisine uyuştutucu madde katar ve onunla elbiselerini değiştirir. Mahkuma çok benzediğinden Carton, Darney’in adına giyotin altına yatacaktır.
Bu arada Bn.Defarge Lucie’nin küçük kızı da dahil bütün aileyi ihbar etmek için Manette’nin evine gider. Bn.Pross Darney’ler Fransa’dan kaçarken onun onları yakalamasını engeller. Bu sırada Bn.Defarge Bn.Pross’la boğuşurken kendi silahıyla kendini öldürür.
Tüm bu olaylar olurken Carton giyotine götürülüyordur. İdam anı gelip giyotin düşmeden önce söylediği söz aynı zamanda kitabında sonu olur:
“Şimdiye kadar yaptığım her işten çok daha iyi bir iş yapıyorum.Şimdiye kadar böyle bir huzura kavuşmamıştım.”
Charles DICKENS
Defarge’lerin meyhanesi, Paris’teki ihtilalcilerin merkezidir. Eski rejimin baş düşmanı olan Defarge’ler tavan arasını Dr.Manette’ye vermişler ve Dr. Manette de hergün geçmişini hatırlamaya çalışmıştır. Bu arada Bn.Defarge ihtilâl geldiği zaman ortadan kaldırılmasını istediği bütün aristokratların adlarını içeren garip bir atkı örmektedir.
Lucie ve Jarvis Lorry’nin yaşlı Dr.Manette’yi Londra’ya getirmelerinden beş sene sonra, John Barsad adındaki bir adamın İngiltere aleyhine casusluk yapmakla itham ettiği Charles Darney adındaki bir Fransızca öğretmeninin yargılanmasında bulunurlar. Manette’ler beş sene önce Fransa’dan İngiltere’ye dönerlerken Darney’e vapurda rastladıklarını söylerler.Darney’i parlak bir avukat olan, Sydney Carton kurtarır. Carton sanığa o kadar benzer ki diğer avukat Mr. Stryver, sanığı “tanıyanlar”ın ifadelerini alt üst eder.
Yargılanmadan sonra, Darney ve Carton Manette’lerin mütevazi evlerini sık sık ziyaret ederler. Darney’in St.Evemonde’ler denen bencil Fransız aristokratlarının mirasçısı oldukları anlaşılır. Onlarala hiçbir alışverişte bulunmamaya karar veren Darney Londra’da yaşamaya karar vermiştir.
Parlak fakat istikrarsız biri olan Carton, Mr. Stryver’ın davalarının hazırlanmasıyla görevlendirilirse de çok defa sarhoş olduğundan duruşmalarda hazır bulunamaz.Her iki genç de Lucie ‘ye kur yaparlar.Darney’i seçtiği zaman Carton asil bir hareketle Lucie’nin seçtiği bir kimse için hayatını feda etmeye hazır olduğunu söyler.
Darney ve Lucie evlenirler. Fransa’da ihtilâl patlayıp, ihtilâlciler Bastille hapishanesini basarak mahkumları serbest bıraktıkları zaman, küçük kızları altıyaşındadır. Charles Darney’in amcası St.Evrémondé Markisinin kullandığı arabanın küçük bir çocuğu öldürmesi Fransız köylülerini öfkelendirmiştir. Çocuğun babası Markisi mahkemeye getiremeyince, yatağında öldürmüş ve bunun sonucunda da asılmıştır.
Bir gün İngiltere’deki yeni St.Evrémondé Markisine bir mektup gelir. Darney, mektuptan, ailesinin eski hizmetçisinin ihtilâlciler tarafından hapsedilir.Markis’e müdahale ederek kendini kurtarmasını rica eder. Çünkü tutuklandığı zaman Charles’in emirlerini yerine getirmeye çalışarak halka aile namına tazminat vermektedir. Darney, şerefli bir düşünceyle, Fransa’ya giderek bir şeyler yapmaya karar verir.
Böylece, Paris’e Tellson bankasının bu şehirdeki bir işini yönetecek Jarvis Lorry ile birlikte gider. Darney, şehre gelir gelmez, ülkeye dönen bir aristokrat diye tutuklanır. Haber İngiltere ulaşır ulaşmaz, Lucie ve Manette, yardım için Fransa’ya giderler. Bastille zindanında uzun yıllar hapsediln Dr.Manette, bu olayın damadının kurtulmasına yardımcı olacağını düşünür.
Manette’ler Paris’e geldiği zaman terör rejimi tam bir egemenlik kurmuştur. Kana susamış ihtilâlciler, yaşlı doktora saygı gösteriyorlarsa da, Defarge’lerin St.Evrémondé ailesi mensuplarına besledikleri nefret öylesine derindir ki, Darney mahkeme önüne çıkarılmadan önce, bir buçuk yıl hapis yatar.Bütün bu süre zarfında Lucie kocasını göremez.
Darney, sonunda mahkeme önüne çıkarılır. Bn. Defarge mahkeme salonunun ön sırasında oturur, şeytani atkısını örer ve Darney’in öldürülmesini ister. Charles, St. Evrémondé’lerle hiçbir alışverişi olmadığını söyler ve gerçekte ailenin servetinin yıllarca zarar verdikleri halka geri verilmesini emrettiğini söyler. Halkın saygı duyduğu Dr. Manette adının lehine konuştuğu zaman, mahkemedeki dinleyiciler kendisini alkışlarlar. Darney serbest bırakılır.
Mahkeme kendisini serbest bırakmakla beraber, Darney’in Fransa’dan İngiltere’ye gitmesine izin vermez. Manette’ler bu zaferi henüz kutlamamışlardı ki, Darney yeniden tutuklanır. Defarge’ler ve kimliği belirtilmeyen esrarengiz bir tanık onu, halk düşmanlığıyla suçlamıştır. Darney, hücresinde teselli edilemez bir durumda kendisini suçlayanın kim olabileceğini, Lucie’nin eski sadık himetçisi Bn.Pross , uzun yıllardır görmediği kayıp kardeşini Paris sokaklarında görür. Bu senelerce önce İngiltere’deki mahkemede Darney aleyhine tanıklık yapan hain John Barsad’dır.
Şimdi, Sydney Carton da Paris’tedir. İhtilâlcilerin bir casusu olarak Barsad’la görüşür. Kendisini, daha önce İngiltere için casusluk yapmış biri diye teşhir edeceği tehtidinde bulunarak, onunla gizli bir antlaşma yapar.
Darney’in yeni mahkemesinde, Mr. Deuarge, St. Evrémonde’ları iğrenç suçlamalarla karalayan bir liste çıkarır. Adam, Dr. Manetta’yı da, Darney aleyhindeki tanıklar arasında gösterir. Bu önemli belge, ihtiyar doktor tarafından Bastille’deki hapis hayatı sırasında yazılmış ve ihtilâlciler burasını ele geçirdikleri zaman Defarge, Dr. Manette’nin hücresinde bulmuştur.
Belgede St. Evrémondé Markisinin dehşet saçan bir suçu nasıl işlediği ve tutuklandığı anlatılmaktadır. Soyluların hukukuna göre Markis Bn. Defarge’in kız kardeşi yoksul bir kızın ırzı geçmiştir. Kız ölüm döşeğindeyken Dr. Manette Evrémondé ailesini lanetlemektedir.
Uzun yıllar unutulan bu belgenin hakimler üzerinde etkisi olur. Bunu yazdığını reddetmesine ve hakimlerden merhamet dilemesine rağmen, Dr.Marnette’nin sözleri göz önüne alınmaz Darney’in atalarının işlediği suçların cezasını çekmesi kanaatiyle 24 saat içinde giyotinle öldürülmesine karar verilir.Fakat yıllardı kendisini terkeden Sydney Carton, şimdi sevdiği kadının kocası adına hareket etmeye karar verir.Şantaj yaptığı Barsad’ın yardımıyla, Barney’in hücresine girmeyi başarır. Kendisi ile elveda içkisi içeceğini söyleyerek Barney’in içkisine uyuştutucu madde katar ve onunla elbiselerini değiştirir. Mahkuma çok benzediğinden Carton, Darney’in adına giyotin altına yatacaktır.
Bu arada Bn.Defarge Lucie’nin küçük kızı da dahil bütün aileyi ihbar etmek için Manette’nin evine gider. Bn.Pross Darney’ler Fransa’dan kaçarken onun onları yakalamasını engeller. Bu sırada Bn.Defarge Bn.Pross’la boğuşurken kendi silahıyla kendini öldürür.
Tüm bu olaylar olurken Carton giyotine götürülüyordur. İdam anı gelip giyotin düşmeden önce söylediği söz aynı zamanda kitabında sonu olur:
“Şimdiye kadar yaptığım her işten çok daha iyi bir iş yapıyorum.Şimdiye kadar böyle bir huzura kavuşmamıştım.”
Charles DICKENS
Kaydol:
Yorumlar (Atom)