Elli yaşına gelmiş olan iki ülke hükümdarı Firavun Ramses’in hedefi insanlarını refah içinde yaşatmaktır. Fakat hükümdarın özelliği gereği yaşlılık yılları rahat geçmemektedir. Firavun Ramses Hititlilerle barışı korumak istemekte ve ayrıca Ramses’in isyancı Libyalıları ve karanlık güçleri bastırması gerekmektedir. Buda sürekli savaş anlamına gelir. Ayrıca Ramses zamanla birlikte yanlız kalmaktadır. Yaşam yani kader arkadaşlarını onun elinden teker teker almaktadır. Bu romanda Ramses’in ellili yaşlarından ölümüne kadar geçen süredeki yaşamı ve Mısır konu ediliyor.
Ramses ellibeş yaşında uzun boylu ve atletik yapılı bir hükümdardı. Sarı saçlı,geniş alınlı,yuvarlak kulakları,kücük gözleri,güçlü çenesiyle çok çekici ve bir okadar otoriter bir yüze sahipti. O kadar çekici ve otoriter bir insandıki bulunduğu ortamlarda en karakterli olgun insanlar bile karşısında dizleri çözülürcesine eriyorlardı. O iki ülke hükümdarı Seti’nin ve tanrı Amon’un oğlu Ramses’ti. Otuz üç yıl süren hükümdarlığı içinde bi çok şeye göğüs germesini bilmişti. İhanete rağmen Kadeş’te Hititlileri yenmeyi başarmıştı. Ama en değerli üç varlığını kaybetmişti. Babası Seti’yi,annesi anakraliçe Tuya’yı ve kendi adına yaptırılan tapınağın açılışında kollarında can veren güzel kraliçe Nefertari’yi. Karısının ölümünden sonra tahtı büyük oğlu Kha’ya devretmeyi düşünsede bunu başaramadı. Çünkü Mısır onunla hayat buluyordu.
Muhafız birliği komutanı Seremana eski Hitit imparatoru Mutavillisin oğlu sürgün hayatı süren Urhi-Teşup’un villasından içeri girer. Bunu gören Urhi o sıralarda iki ülke arasında barış antlaşması imzalanması nedeniyle kendisini Hattuşil’e (Hitit İmparatoru) teslim etmeye geldiğini düşünür. Ancak öyle değildir. Azılı düşman Ramses tarafından serbest bırakılmıştır. Özgürdür artık. Birzamanlar düşmanı olduğu ülkenin ekmeğini yemektedir artık. Bu duygusallık uzun sürmez. Eski Hitit ajanı Suriyeli Raya’nın onu bulması ile birlikte eski defterler tekrar açılır. Kan ve Savaş.
Ramses çevresindekilere kötü günlerin yaklaşdığından korktuğunu söylemektedir. Aynı düşünceyi arkadaşı Steau ve güzel karısı Lotus da paylaşmaktadır. Bu yüzden uzaklarda bir eyaletin sorunlarıyla ve yılanlarla ilgilenen bu çift eski dostlarını yanlız bırakmamak için Pi-Ramses’e gelirler.
Bu arada yanlız kalan Ramses oğullarını annesi güzel İset’ten kraliçe olmasını ister. İset bunu hiç düşünmemiştir. Yıllarca O Nefertariye hayranlıkla yaşamış, O’nu kocasını elinden alan bir kadın olarak değil yüce bir insan olarak görmüştür. Ama sonunda İset kraliçe olmaya tam hazır olmasa da kraliçe ilan edilir.
İmparator Hattuşil gönderdiği elçi vasıtasıyla barışın devamı için gerekli koşulunu bildirmiştir. Hattuşil ve karısı Putuhepa’nın kızı Mısır’ın yeni Karaliçesi olmalıdır. Eğer kabul edilmezse Ramses savaşla tehdit edilmektedir. Fakat Ramses böyle bir şeyin mümkün olmadığını iletir. Kararı kesindir. Kraliçe İset’tir ve öyle kalacaktır. Aşa nekadar karşı çıksada Ameni ve Steau Ramses’in yanındadır. Bu arada Urhi-Teşup Hatti imparatorluğu ile Mısır’ın tekrar savaşmasını istemektedir. Bunun için Hititlilerin yaptığının düşünülmesi için Mısır için büyük önem taşıyan Günlük Ağacı ve tütsü malzemelerini taşıyan bir kervana saldırır. Kimse canlı kalmamıştır. Ayrıca Günlük Ağacı’nın ülkeye girmesini engelleyerek Ramses’in rahiplerce tepki almasını sağlamak istemektedir. Raya onu Pi-Ramses’in zenginlerinden Tanit ile tanıştırır. Bu kadınla evlenir ve artık bir aile süsü vermektedir. Kadın baskı altındadır ama ölüm korkusuyla bu evlilikten şüphelenen Seremana’ya hiç bir şey anlatamaz. Ramses kraliçelik olayını birkezde İset’e sorar. İset ise barışın yok olmaması için kraliçelikten vazgeçmek ister. Fakat Ramses kararlıdır. Hiç kimse Mısır Kraliçesinin onuru ile oynamaya cesaret edemez. İset kraliçe kalmaya devam edecektir. Kral dışişleri bakanı Aşa’ya bu kararını iletme görevi verir. Ayrıca Libya’lıların saldırıya geçmesi ihtimaline karşı Hattuşil’in silah yapımı için demir vermesini ve bunu ivedi göndermesini ister. Bu bir ültimatomdur.
Ramses’in iki oğlu vardır. Kha ve Merenptah… Kha din işlerine kendini adamış bilgin bir insan, Merenptah ise savaşcı ruhuyla başarılı bir komutan adayıdır. Ramses yerine geçecek Firavunu bu iki çocuğundan seçecektir. Bu arada Merenptah başkomutanlığa getirilirken, Kha politikaya girmesi yönündeki tüm ısrarlara rağmen din işleri ve özellikle yeniden doğma törenleriyle uğraşmayı seçer.
Raya Mısır’a öfke duyan yandaşlar bulmakta zorlanmamaktadır. Kadeş savaşını unutmayanlar öc almak için Raya’nın etrafında toplanırlar. Seramana bayan Tanit’I uyarmak için kaldıkları villaya gider ama kadın çok mutlu olduklarını ve kendilerini rahatsız etmemelerini söyler. Bu Maat yasasına göre suçtur. Seremana eli boş döner.
Aşa Hatti imparatorunun ve eşinin önünde eğilir. İmparator kısa ve net bir cevap ister. Acaba Ramses isteklerini kabul etmiş midir? Aşa olumsuz yanıtını verir ve imparator şöyle der:
-Firavun kardeşime söyle,ya kısa zamanda kızımla evlenmek için tarih saptar yada savaş kaçınılmaz olur.
Hattuşil’in Ramses’den istediği şeyi artık Raya ve Urhi’de bilmektedir. İmparatorun savaş çığlıkları her ikisinide çok sevindirmektedir. Nasıl olsa artık Libyalılarda Urhi-Teşup ile birliktedir. Ramses ilk kez fiziksel bir sızı duyar. Dişleri ona acı çektirmektedir. Öfkeli görünmektedir. Fakat öfkenin nedeni Hattuşil’in Aşa’yı alıkoymasıdı. Başhekim güzel Neferet Ramses’in ağrılarını geçirecek solüsyonları Kral’a verir. Ayrıca sağlık problemleriyle ilgili bir rapor hazırlayacağını belirtir. Bir endişesini de dile getirir, Günlük Ağacı sevkiyatına ne olmuştur? Söylentiler dolaşmaktadır etrafta. Aşa’dan mektup gelir. O tutsak değildir,sadece uzun uzadıya süren müzakerelere katılmaktadır. Ramses arabasını alarak yanında koruması Seremema ile yola çıkar. Çok süratle ilerler ve bir ağacın yanında durur. Bu ağaç Mısır’ın en eski söğüt ağacıdır. Kabuğu ve özü bir çok hastalığa şifa durumundadır. Ramses burada bu ağaca teşekkür etmek için bulunuyorum der. Ve ona minnettarlığımı onu bütün Pi-Ramses’e dikerek göstereceğim der. Çünkü tanrılar insanlara kullanmaları için herşeyi vermiştir.
Hattuşil Aşa’nın konutuna giderek ona artık ülkesine dönmesi gerektiğini ama isteklerinin hala değişmediğini iletir. İmparator iç cebinden bi hançer çıkarır ve Aşa’ya Ramses’e iletilmek üzere verir. İmparator isteklerinin kabul edilmemesi halinde bu hançeri Ramses’in ölüsünden alıp ülkesine geri getireceğini söyler. Güzel İset Ameni’nin bürosuna gider. Ramses’I ikna edebilecek tek insanın Ameni olduğunu düşünmektedir. Kraliçeliği Mısır’ın barışı için bırakmaya hazır olduğunu bir kez daha aktarır. Kraliçe Ameni’nin gözünde bir kat daha değerlenmişti artık ama cevabı kesindir Ameni’nin. O maat yasalarının sembolu iki ülke kraliçesidir ve öyle kalacaktır. Savaşa yol açsa bile.
Steau heryerde yeni hazırladığı yılan zehirlerinden oluşan toniğini arar. Bu çok faydalı bir ilaç aynı zamanda öldürücü bir zehirdir. Ramses Merenptah’ın hazırladığı son raporu okur. Birlikler sandığından da iyi durumdadırlar. Ramses Orta Mısır’daki Hermopoli’e gitmek üzere gemisini hazırlattırır. Ve güneye doğu uzaklaşır. Ramses’in üç metre kadar uzağında köpek yüzlü,saldırgan çeneli, kocaman bir maymun durur. Ve Ramses ilahi ışığın kalbi ve kutsal dilin efendisi olan Tot’a seslenir. ‘Yolumu aç Tot. Sen ki yerin ve göğün sırlarınıbilirsin. Mısır’a yararlı olacak doğru yolu göster bana.’ Maymun arka ayakları üzerine doğrulur, ön ayakalarını dua edercesine güneşe doğru kaldırır. Tot’un sesi gökten, hurman ağaçlarından ve maymunun gırtlağından çıkar. Firavun bu sesi içine doldurur.
Aşa artık Mısır’a dönmektedir. Yanında küçük bir Mısır birliği ile yoluna devam ederken yaralanmış bir adamın çığlığı duyulur. Ellerinde mızraklarla Libyalı ve Hitililer konvoya saldırmıştır. Urhi-Teşup imparatorun Ramses’e verilmek üzere Aşa’ya emanet ettiği hançeri alarak Aşa’yı öldürür. Aşa ölmeden hemen önce elbisesinin üstüne hemen göğsüne gelen yere kanıyla birkaç hiyeroglif çizer. BU suçlunun Hattuşil olmadığının kanıtıdır ve Ramses bunu anlar. Seremena Urhi den şüphelenir ve karısını sorguya çekmek ister. Tanit yine her zaman ki gibi mutlu bir aile tablosu çizer.
Bu arada Steau’nun kaybolan yılan zehrini Kraliçe İset almıştır. Bu ancak kraliçenin zehri kullandığı zaman anlaşılacaktır. Görkemli bir törenle diğer dünyaya gönderilir Güzel İset. Ameni ve Steau’nu ısrarlarına dayanamayan Ramses Hattuşil’e bir mektup gönderir. Konusu ise kızının kraliçe olarak kabul edildiğidir. Bu Urhi-Teşup’un savaş beklentisini yok edecektir. Çünkü bu yolla savaş yerine barış hakim gelecektir.
İsyankar Libyalılardan kabile şefi Malfi en tehlikelilerindendi. Askerleri arasındaki en ufak bir olayda bile suçluları hiç acımadan öldürebiliyordur. Çünkü onun ordusu Ramsesinkiyle savaşacaktır. Malfi’nin abisi Mısır’a karşı başkaldırmada öldürülmüştür. Bunun öcünü almalıdır. Müttefiki Urhi-Teşup vazgeçilmez bir hazine değerindedir onun için.
Mısırın ileri gelenleri bir Hititlinin kraliçe olmasından dolayı rahatsız olurlar. Fakat Ramses buna karşı çıkar ve ikinci doğma töreninin hazırlanmasını emreder. Çünkü kutsal ruhlar Mısır’I koruyacaktır. Bu tören düğünden önce olacağı için kraliçelik makamını Meritamon temsil edecektir. Bu arada Seremana eline geçen hiç bir fırsatı kaçırmaz. Hafiye gibi Aşa’nın katilini aramaktadır ve önemli bulgular elde eder. Tören için gerekli olan malzemeleer temin edilemez. Depoda sorun vardır ve Steau ile Ameni bunun farkındadırlar. Bunun için depoyu kontrole giderler. Deponun sahibesi bayan Şerit çaldığı malları yerine koyarken yakalanır ve depoda olmayan malların sırrı ortaya çıkar. Suç üstü yakalanan kadın herşeyi anlatır. Mallara el koyma fikri kocasına aittir. İki yıldan beri böyle çalışmaktadırlar ve yakalanmasalardı malları gemi kaptanına satacağını söyler. Uzun boylu , sakallı ve kahverengi gözlü birisidir bu kaptan ve diğer gün tekrar işi vardır bu kadınla. Bu Steau için çok önemli bilgidir. Kaptan yakalanır ve sorguya çekilir. Patronunun Ameni olduğun söyler. Steau şaşırır. Adam ve Şerit kaçmaya çalışırlarken yılanlarca öldürürlürler. Steau Ameni konusunu Seremena’ya açar.
Bu arada yeniden doğma törenleri yapılır. Ramses tanrı Horus ile Set’in sırlarını paylaşmış ve törenler için gerekli bütün sorumluluklarını yerine getirmiştir. Halka ona daha fazla güvenir.
Araştırmalar iki ay bir gün sürer ama bişey bulunamaz. Ta ki başka bir kaptan Ameni’yi ziyaret edene kadar.
Hattuşil kızının davet edilmesi konusunda mektup yazar. Ameni tam cevap yazackken Ramses ona sorular sormaya başlar. Ameni suçlu değildir. Ramses bunu anlamıştır. Bu sadece bir aldatmadır. Şebekenin başı kendini Ameni olarak tanıtmıştır. Ameni’ye açığa alınmış süsü verilir.
Hatti prensesi kötü havadan dolayı gelememektedir. Ramses büyücülerden Hatti’ye yardım etmelerini ister. Bununla oğlu Kha ilgilenir. Ameni’yi ziyaret eden kaptanın adı Rerek’tir. Bir mahallede saklanmaktadır. Sakalını ve saçını kestirmelidir.Mahhalleye berber gelir. Adam berber koltuğunu oturduğunda usturayı gırtlağında hisseder. Hala patronunun Ameni olduğunu ısrar etmektedir. Fakat gidilğinde görünür ki patron Raya’dır. Raya kaçmaya çalışır ama çatıdan düşer. Boynu kırılmıştır.
Merenptah prensesin Mısır’a girişinden itibaren güvenliğinden sorumludur. Hitit ülkesinde fırtınalar dinmiştir. Prensesin konvoyu Kadeş’i geçip Aya sınır kapısına varır. Kale komutanı prensesin yanındaki ordu yüzünden onu Pi-Ramsesden izin gelene kadar almaz. Kuraklık baş göstersede Ramses’in duaları faydalı olur. Konvoy Pi-Ramses ten giriş yapar. Ramses prensese kraliçe yağını sürer. Adını Kraliçe Mat-Hor ilan eder. Ve şu sözleri söyler:
-Hükümdarlığımın 34ncü yılında, Hattiyle yapılacak barışın sonsuza dek süreceği böylece ilan edilmiştir.
Bu sözler karşısında Urhi bile dayanamayıp alkışlamaya başlar. Seremena deri ustası Teşonk’tan bilgi almak için işyerine gider. Fakat adam ölmüştür. Oradaki bir işçiyi sorguya çeker. Katil Malfi’nin ta kendisidir.
Mat-Hor Mısır’ı yönetmek arzusu duymaktadır. Ramses ise onun ancak kaprislerinden kurtulduğu zaman Mısır’I anladığı zaman Mısır’I yönetebileceğini söyler. Urhi eninde sonunda Mat-Hor’un karşısına çıkar. Urhi onu etki altına alır. Bu arada tüm aramalara rağmen Malfi bulunamaz. Mat-Hor Meritamon ile konuşur. Gerçek Kraliçe olduğunu hatırlatır.
Urhi Malfi ile günlük ağacı konvoyunu ele geçirmek üzere buluşurlar. Fakat Mısır ordusunu karşılarında görünce Malfi komando birliğini ileri süremez geri çekilir. Mısıra gidecek kervanın sahibi Urhi ve Malfi’yi kandırır. Malları imha etmez depolar. Arabistanda yetişen üç metre boyu olan günlük ağacı o yılki en iyi rekoltesini verir. Tüccar yem olarak küçük bir kervan yollamayı da unutmaz. Bu kervan sağsalim geri döner. Adam hemen depoya gider. Kapı kırılmıştır. İçeride Kha beklemektedir. Adam Kha ve askerleri öldürmek istesede askerlerce ok yağmuruna tutulur. Mısır uzun yıllar yetecek günlük ağacına sahiptir artık.
Urhi Mat-Hor’u Ramses’I zehirlemesi konusunda kandırır. Hititliler Mısır’ı ziyaret için Pi-Ramses’e gelirler. Tam bir karnaval havası vardır. Ramses Mat-Hor’u çağırır. Onu kıskançlık ve ukalalıkla uçlar. Hititden gelen hediyelerin Mat-hor’ca elkonması ve aşırı harcama istekleri Ramses’e bir karar verdirir. Kraliçe artık Mer-or hareminde kalacaktır.
Nubye genel valisi oranı ekonomisini canlandıran Steau’ya tahammül edemez ve eski bir sabıkalı ile anlaşır. Fakat bulundukları tapınakta heykeller üzerlerine düşer. Ölürler. Mat-Hor Urhi’nin evine gider. Ramses’in onu küçük düşürdüğünü söyler. Kraliçe artık Urhi’nin elindedir. Hançerini hayava kaldırır ve şöyle der:
-Bu hançer Aşa’yı öldürdü şimdi sıra Ramses de…
Ramses doğum günü için küçük bir yemek tertipler. Tam yemek başlayacakken bir haber gelir. Ramses hemen Ebu Simbel’e doğru yola çıkar. Kimse yemeğe dokunmamıştır. Böylece zehirlenmekten kurtulurlar. Ramses Ebu Simbel de vali olarak Steau’yu ilan eder. Seremenanın bir adamı bir adamın Urhi’nin evine üç kezgeldiğini geldiğini ve kaldığı yeri bildiğini söyler. Bu kişi Nariş adındaki Fenikeli tüccardır. Bu arada Ramses Fenikeyi ziyaret edecektir. Tüm ısrarlara rağmen bu gezi iptal edilmez. Mısır için dinsel önemi olan Apis Boğası ölür. Ramses saygınlığını kaybetmemek için bu boğanın aynısından bulamlıdır. Tabi Urhi daha çabuk davranmayı planlar. Hattuşil den mektup gelir. Mat-Hor babasına şikayette bulunmuştur. Ramses bizzat kendisi cevap yazar. Kızı Ramses’e göre yeteneksizdir ve bundan sonraki hayatının sade geçeceğini,törenlerde Meritamonun eşlik edeceğini yazar. Urhi Memfis te bir çiftlikte bu boğayı bulur. Hemen yola çıkar.Büyük heyecanla girdiği çiftlikten mutsuz çıkar. Çünkü Seremena ona tatsız bir oyun oynamıştır. Boğa sadece boyalıdır. Kral Abidas denen yere gider. Rüyasına göre boğa oaradadır. Hayvanı görür ve şöyle der:
-Gel Apis,seni konutuna götüreceğim.
Apis için bir tören düzenlenir. En zengin ve soylu kadın eteği beline kadar çekilmiş vaziyette cinsel organını boğaya gösterir. Bu boğanın dölleyici özelliğini ifade eder. O soyunu devam ettirecektir. Hattuşilden cevap gelir. Savaş tehtidleri savurmaktadır. Ramses bir cevap yazar ve bu cevap Hattuşil’i hyrete düşürür. Ramses yeni bir prenses istemekle kalmamış imparator ve eşini Mısır’a davet etmiştir. Tanit bilgi toplamak için saraydan döner. Urhinin beklediği bilgi yoktur. Urhi sinirden Tanit'i tokat atar. Tanit'in kedisi Urhi'yi cırmalar ve Urhi kedinin boynunu uçurur. Tanit kaçar. Ameni’ye giderek Urhi’yi şikayet eder.Artık Seremena istediğini yapabilecektir. Tanit herşeyi anlatmayı unutmaz. Urhi Libya yönüne Malfinin yanına kaçar. Seremena onu öldürecek tek kişinin kendisi olduğunu söyler.
Mat-Hor ailesi gelsede haremde kalacaktır. İncinen kraliçe Amon tanrısı ile yapılacak ayinde hile düzenler. Eğer Amon bu ziyarete evet derse kayık ileri gidecektir. Fakat kraliçe kakayıkçılara para verir. Yine de Amon evet der. Bu planda suya düşer. Eski düşman en sonunda Mısır’a gelir. Dostça karşılanır. Uzun bacak adında bir satıcı Urhi ve Libyalıları görür. Hepsi silahlıdır. Hemen muhafızlara durumu bildirir. Urhi kalenin birini ele geçirmiştir. Bir birliği tamamen yok eder.Libya sınırında ki bütün kaleler kaybedilir. Vali öldürürlür.
Merenptah , Seremena ve Ramses Malfi’nin üzerine harekete geçer. Malfi Merenptah’ın mızrağı ile ölür. Urhi Seremena’yı hançeri ile yaralasada Seremena onu öldürür. Kendisi de ölür. Artık yaşlanan Ramses hükümdarlığı boyunca başından geçen olaylrı hatırlar. Arkadaşları onu bir bir terketmiştir. En son Seremena, fedekar Seremena….
Bu arada Hattuşil de ölür. Barış antlaşmalarının hiç bir maddesi tartışma konusu olmaz.Barış devam eder.
Nil nehri Mısır’ın hayat kaynağıdır.İyi yönetilmelidir. Ramses’i devirmekte başarılı olamayan ve öldürülen Şenar’ın eski adamlarından olan ve su işlerinden sorumlu Hefat adındaki adam korkunç bir plan hazırlar. Bekletme havuzlarında ki suyu boşaltmak ve halkı aç bırakmak. Suçu da kararı onaylayan Ramses’e atmak. Fenikelilerden fahiş fiyata tahıl almak. Fenikelilerin başında Nariş gelir. Hefat belgeyi imzalatmak üzere Kha’ya götürür. Kha belgenin birisi tarafından birkez daha inceleneceğini söyler. Bu kişi Kha’nın yanında bulunan Ramses’tir. Ramses Ameni’nin takibi sonucu Hefat’i mahkum ettirir.
Kha amansız bir hastalığın pençesindedir. Ölmeden az önce babasına; babasının verdiği emirleri yerine getirerrek çok mutlu olduğunu anlatır. Cenazesi Apis Boğalarının tapınağına gömülür. Ramses yaşlanmıştır. Doktor Neferteri’nin günlük tedavilerine maruz kalmaktadır. İyice yaşlanan Ramses yeni Firavun olarak oğlu Merenptah’ı ilan eder. Altmış yedi yıllık bir hükümdarlık ve seksen dokuz yıllık bir yaşam…
Musa da ölmüştür. Ramses’in çocukluk arkadaşı Pi-Ramses’in mimarı amacına erişmiş olarak ölmüştür. Ramses ve Ameni Ramses’in hükümdarlığının ikinc yılında diktiği akasya ağacının altında oturmaya gider. Ramses Batı Akasyası’nın altında son nefesini ölümün yorgunluğunu hissediyorum diyerek verir. Ameni yıllar boyu istediği şeyi yapar. Ramses’in ellerini avuçlarına alarak öper. Ve bir söz verir oracıkta;
-Bu dünyada olduğu gibi öteki dünyada da hiç kimse Işığın Oğlunu unutmayacak…
Yazar Hakkında Bilgi
1947'de Paris'te doğdu. 13 yaşındayken hayatına yön verecek kitabı okudu: Jacques Prienne'nin "Eski Mısır Uygarlığı Tarihi". Bunu takip eden 5 yıl içinde roman yazdı. Böylece edebiyat kariyeri başlayan Jacq, 50 yaşına geldiğinde 50'nin üstünde eser vermişti. 17 yaşında Mısır'da geçirdiği balayı sırasında II. Ramses'in devrilmiş olan dev heykeliyle ilk kez karşılaştı. Jacq'ın kaderi artık belirlenmişti. 21 yaşında Sorbonne Üniversitesi'nde Mısır bilimi (Egyptology) ve arkeoloji eğitimi gördü. Çalışmalarını sürdürüp Eski Mısır konusunda doktora yaptı. 1986'da doktora tezi Editions du Rocher tarafından yayınlandı. Böylece akademik kariyeri ve ünü sağlamlaştı. 20 bilimsel makale yayınladı. "Büyük Firavunların Mısır" adlı makalesi 1981'da Academie Française ödülünü aldı. 1987'de yazdığı "Mısırlı Champollion" adlı romanıyla dikkatleri çekti ve büyük bir ün kazandı. Tehlikede olan tarihi alanların korunması için halen başkanlığını sürdürdüğü Ramses Enstitüsü'nü kurdu. 1995 yılında Alexander Dumas'nın ve 19. yüzyılın diğer ünlü dizi roman yazarlarının izinden giderek II. Ramses'in hayatını anlatan 5 ciltlik romanını yazdı
CHRISTIAN JACQ
19 Şubat 2007 Pazartesi
Fedailerin Kalesi Alamut
Hasan İbn-I Sabbah, Hz. Ali taraftarı olan birisidir ve o dönemde biraz da olsa yaygın olan İsmaili Tarikatı’na meyillidir. Ancak bu öğretinin savunduğu düşünceler Hasan İbn-i Sabbah’a aslında pek de cazip gelmeyen fikirlerdir,daha doğrusu saçma gelen.
Bir gün, yaşadığı yere İsmaili öğretisinin bir daisi gelir ve H. Sabbah bu şüphelerinden dolayı O’nu ziyaret etmeye karar verir. Bu vesileyle dainin yanına gider ve İsmaili inanışlarının kendisine pek makul gelmediğini, bu öğretinin ardında başka sırların bulunduğuna inandığını söyler. Dai, onun zeki ve aradıkları tipte bir insan olduğunu, onun için sırlarını ona açacağını söyler ve ekler: Aslında bu anlatılan hikayelerin(Ali’nin soyundan Mehdi’nin geleceği,vs.), basit ve gündelik yaşayan insanları öğretilerine çekebilmek için kullanılan yalanlar olduğunu belirtir. Bu düşüncelerin etkisine giren H. Sabbah’ın Ali taraftarı babası,çevresinden oğlu adına korkarak, onu bir medreseye yollar. Hasan Sabbah, medresede Ömer Hayyam ve o zamanlar henüz adı tarihe geçmemiş,geleceğin büyük veziri Nizam-ül Mülk ile tanışır.
Bu medresede, zamanla kaynaşıp dost olan bu üç kişi ,kendi aralarında, ilerde iyi bir mevkiye gelen ilk kişinin diğerlerine de yardım edeceğine dair yemin ederler. Uzun zaman sonra Nizam-ül Mülk vezir,Ömer Hayyam da ünlü bir matemetikçi ve astronom olur. Nizam-ül Mülk, Hasan Sabbah’ın sarayda bir göreve gelmesini sağlar ancak zamanla kıvrak zekasıyla sivrilen Hasan Sabbah, Nizam-ül Mülk’ün yerini tehdit etmeye başladığı için onu saraydan uzaklaştırır. Hasan Sabbah bir müddet Nizam-ül Mülk’ten kaçtıktan sonra Ömer Hayyam’ın yanına gider ve onun zevk-ü sefa içinde yaşadığı hayatı görür. Bu esnada, bir gün tartışırlarken, Hasan Sabbah’ın aklına hayatını değiştirecek bir plan gelir ve Rey şehrine geri döner. Cebinde epey bir birikmiş altını vardır. Bu şehirde Alamut adında zaptı imkansız denecek kadar zor bir kale vardır ve bu kalenin kumandanı zevke dalmış sarhoş birisidir. Hasan Sabbah bir gün, kendini bir dai gibi tanıtarak kaleye girer ve bir hileyle kaleyi ele geçirir. Burada, kendisini İsmaililer’in bekledikleri peygamber ilan eder ve bu sıfatla birçok yandaş toplayarak, aralarından seçtiği bazı gençleri fedai olarak yetiştirir. Bu kalenin arkasında, eskiden orada yaşayan Deylem krallarının yaptırdığı birbirinden güzel bahçeler vardır. Hasan Sabbah bu bahçeleri daha da güzelleştirerek tam bir cennet havasına sokar.
Birbirinden zor askeri eğitimler görüp, birçok dini bilgilerle donatılan fedai adayları,bir zaman sonra sınava tabi tutularak fedailiğe kabul edilip, İsmaili ordusunda saygın bir yere sahip olurlar.
Hasan Sabbah bu planı hayata geçirmeye başlamadan önce;Hindistan’da bir arkadaşının yanına gitmiş ve orada haşhaştan yapılan uyuşturucu hapları tanımıştır. Bu haplar içenleri uyutarak tam bir hayal aleminde yaşatma özelliğindedir. Hasan Sabbah bunların yapılışını öğrenir ve dönüşünde, hizmetkar yetiştirmrde uzman ve güzel bir kadın olan Apama’yı da beraberinde getirir. Kaleyi zaptettikten sonra, İran pazarlarından köle kızlar satın alarak, Apama vasıtasıyla onları yetiştirir. Aslında onlar, ilerde göz önüne serilecek sahte cennetin hurileridirler.
Her şey hazırlandıktan sonra,bir gün, o zaman kadar fedailerin henüz görmedikleri “Peygamber Seyduna” onları yanına çağırır ve onlara o gün cennetin kapılarını açacağını söyler.diğer tarafta, cennet bahçelerinde, cariyelere ne yapmaları gerektiği anlatılmış ve hata yapanın öleceği daha doğrusu öldürürleceği söylenmiştir; hepsi bu cennet senaryosundaki rollerini oynamaya hazırdırlar.
Fedaileriyle ilk defa yüz yüze görüşen Seyduna, onlara bahçelere giden gizli bölmelere gelmeden önce, zamanında Hindistan’da tanıştığı haplardan yedirir ve bahçelere dek onları uyumuş vaziyette kölelerine taşıtır. Bu uykulu yolculuk sırasında fedailer, cennet rüyaları görmektedirler; istedikleri her şey olmaktadır ve büyük bir zevk içinde, kelimenin tam anlamıyla uçmaktadırlar. Uyandıklarında hepsi birbirinden habersiz, ayrı ayrı yerlerde, başlarında birbirinden güzel ve çekici yedişer huri hazır bekler vaziyette bulurlar. Huriler, fedailerin sorularını büyük ustalıkla tezgahlanan yalanlarla savuştururlar ve bu seneryonun sahteliğinin ortaya çıkmasına engel olurlar. Hepsi fedailere hizmet için fırsat kollamaktadırlar.
O gün birbirinden güzel zevkleri tadan fedailer, cennetten yine uyutularak fakat kendilerinin hizmetkarı hurilerin hülyalarıyla ayrılırlar. Uyandıklarında, hepsi hurilerine kavuşmak arzusuyla yanıp tutuşan birer yürüyen ölüm olmuşlardır.
Giderek büyüyen bu tarikat tehlikesine karşı Selçuklular bir sefere çıkar. Kaleye, savaşmadan teslim olmasını önermek üzere gelen elçilere Seyduna, öğretisini önce sözlü olarak aşılamaya çalıştıysa da başarılı olamaz. Bunun üzerine, ilk kez olmak üzere kale sakinlerinin huzuruna çıkan peygamber, elçiler de dahil, herkesin gözü önünde, iki fedaisine ölmelerini emreder ve elçiler şaşkınlıkla oradan ayrılırken, Seyduna’ya inananların da imanları pekişmiştir.
Seyduna için artık intikam zamanı gelmiştir. En gözde fedaisi İbn-i Tahir’i yanına çağırır ve kenarında zehirli küçük bir hançercik gizlenmiş bir mektupla O’nu, kendisine büyük bir kuvvetle saldırmaya hazırlanan Nizam-ül Mülk’ü öldürmeye yollar. Gitmeden önce O’na Gazali’nin öğrencisi olduğunu ve O’ndan haber getirdiğini söylemesini ister ve öldürmeden önce, daha önce cennete girmeden içirdiği haplardan vererek içmesini emreder. İbn-i Tahir bir mürid kılığında Nizam-ül Mülk’ün çadırına girer ve çıkarttığı küçük zehirli hançerle ona bir hamle yapar. İğne Baş Vezir’in kulağını çizmiştir ancak zehiri çok tesirli olan bu hançerin öldürücü olması, bu çizikle mümkün olmuştur. Hasan Sabbah’ın yolladığı mektupta ise şu satırlar yazılıdır: “ Cehennemde görüşmek üzere; Hasan Sabbah.” Baş Vezir, ölmeden önce tüm bunların yalan olduğunu ve Seyduna’nın bir sahtekar olduğunu İbn-i Tahir’e anlatır ve O’nu öldürmesi için serbest bırakılmasını emreder. Bu sırada Seyduna, ikinci bir fedaisini Melikşah’ın üzerine salar. O da benzer şekilde görevini icra eder, ama hemen öldürülür; öldürülür fakat O, ölümün acı zehrini tatlı bir şerbet gibi, büyük bir hazla içmiştir.
Seyduna’ya ulaşan İbn-i Tahir, O’nu öldüremez ancak, Seyduna, gerçekte ne için yaşadığını anlatıp, yaşam felsefesini O’na aşılar ve O’nu göndererek kendisini yetiştirmesini ister ve bir gün kendi yerine geçeceğini söyler.
Hasan Sabbah, artık hedefine ulaşmış, muzafferdir.
Yazar Hakkında
1903 yılında Trieste civarında küçük bir Sloven şehrinde dünyaya geldi. Fransız kültürü alan anne ve babasının etkisiyle, yirmili yıllarda Sorbon’da tahsil gördü. Yüksek öğreniminin büyük bir kısmını, anayurdunun başkenti olan Ljubljana şehrinde tamamladı. Öğrenim gördüğü dalları, bakış açılarına göre, gelişigüzel veya ansiklopedik olarak tanımlamak mümkündür: felsefe,psikoloji, (Bartol, Freud’un o zamanlar pek tanınmamış olan eserini çok erken yaşlarda keşfetmişti), biyoloji(hayatı boyunca kelebeklerin yaşamlarına hayran kalmıştı), dinler tarihi. Kısacası , son savaştan önce yoğun anlaşmazlıklar tarafından parçalanmış bir ülke için, hiç de uygun olmayan bir eğitim. Ljubljana, otuzlu yıllarda zıt ideolojilerin birbirleriyle şiddetle çatıştıkları bir şehir olmuştur.
İlk eseri olan Almaut’u 1938 yılında ana dili olan Slovence ile kaleme alarak tamamladı. İkinci Dünya Savaşı’nın karışık ortamında umduğu ilgiyi bulamadı. Hatta bir ara el altından satılarak tehlikeli bir kitap olarak kabul edildi. Bartol, savaş yıllarında vatanını işgal eden Alman ve İtalyan faşistlerine karşı mücadele etti.
Savaştan sonra kurulan Yugoslavya’da istediği ortamı bulamadığı için 1946 ile 1956 yılları arasında on yıl ikamet edeceği Trieste’ya yerleşti. 1956 yılında geri dönerek Alamut’u bir kez daha yayınlamayı başardı. 1960 yılında Yugoslavya yazarlar birliği başkanlığına seçilerek nihayet layık olduğu itibara ulaştı. Kitabı ise 1967 yılındaki ölümüne kadar bir daha yayınlanamadı. Herkes tarafından baş eseri olduğu kabul edilmesine rağmen sadece 1980 ve 1984 yıllarında iki baskı yapabildi.
Wladimir Bartol
Bir gün, yaşadığı yere İsmaili öğretisinin bir daisi gelir ve H. Sabbah bu şüphelerinden dolayı O’nu ziyaret etmeye karar verir. Bu vesileyle dainin yanına gider ve İsmaili inanışlarının kendisine pek makul gelmediğini, bu öğretinin ardında başka sırların bulunduğuna inandığını söyler. Dai, onun zeki ve aradıkları tipte bir insan olduğunu, onun için sırlarını ona açacağını söyler ve ekler: Aslında bu anlatılan hikayelerin(Ali’nin soyundan Mehdi’nin geleceği,vs.), basit ve gündelik yaşayan insanları öğretilerine çekebilmek için kullanılan yalanlar olduğunu belirtir. Bu düşüncelerin etkisine giren H. Sabbah’ın Ali taraftarı babası,çevresinden oğlu adına korkarak, onu bir medreseye yollar. Hasan Sabbah, medresede Ömer Hayyam ve o zamanlar henüz adı tarihe geçmemiş,geleceğin büyük veziri Nizam-ül Mülk ile tanışır.
Bu medresede, zamanla kaynaşıp dost olan bu üç kişi ,kendi aralarında, ilerde iyi bir mevkiye gelen ilk kişinin diğerlerine de yardım edeceğine dair yemin ederler. Uzun zaman sonra Nizam-ül Mülk vezir,Ömer Hayyam da ünlü bir matemetikçi ve astronom olur. Nizam-ül Mülk, Hasan Sabbah’ın sarayda bir göreve gelmesini sağlar ancak zamanla kıvrak zekasıyla sivrilen Hasan Sabbah, Nizam-ül Mülk’ün yerini tehdit etmeye başladığı için onu saraydan uzaklaştırır. Hasan Sabbah bir müddet Nizam-ül Mülk’ten kaçtıktan sonra Ömer Hayyam’ın yanına gider ve onun zevk-ü sefa içinde yaşadığı hayatı görür. Bu esnada, bir gün tartışırlarken, Hasan Sabbah’ın aklına hayatını değiştirecek bir plan gelir ve Rey şehrine geri döner. Cebinde epey bir birikmiş altını vardır. Bu şehirde Alamut adında zaptı imkansız denecek kadar zor bir kale vardır ve bu kalenin kumandanı zevke dalmış sarhoş birisidir. Hasan Sabbah bir gün, kendini bir dai gibi tanıtarak kaleye girer ve bir hileyle kaleyi ele geçirir. Burada, kendisini İsmaililer’in bekledikleri peygamber ilan eder ve bu sıfatla birçok yandaş toplayarak, aralarından seçtiği bazı gençleri fedai olarak yetiştirir. Bu kalenin arkasında, eskiden orada yaşayan Deylem krallarının yaptırdığı birbirinden güzel bahçeler vardır. Hasan Sabbah bu bahçeleri daha da güzelleştirerek tam bir cennet havasına sokar.
Birbirinden zor askeri eğitimler görüp, birçok dini bilgilerle donatılan fedai adayları,bir zaman sonra sınava tabi tutularak fedailiğe kabul edilip, İsmaili ordusunda saygın bir yere sahip olurlar.
Hasan Sabbah bu planı hayata geçirmeye başlamadan önce;Hindistan’da bir arkadaşının yanına gitmiş ve orada haşhaştan yapılan uyuşturucu hapları tanımıştır. Bu haplar içenleri uyutarak tam bir hayal aleminde yaşatma özelliğindedir. Hasan Sabbah bunların yapılışını öğrenir ve dönüşünde, hizmetkar yetiştirmrde uzman ve güzel bir kadın olan Apama’yı da beraberinde getirir. Kaleyi zaptettikten sonra, İran pazarlarından köle kızlar satın alarak, Apama vasıtasıyla onları yetiştirir. Aslında onlar, ilerde göz önüne serilecek sahte cennetin hurileridirler.
Her şey hazırlandıktan sonra,bir gün, o zaman kadar fedailerin henüz görmedikleri “Peygamber Seyduna” onları yanına çağırır ve onlara o gün cennetin kapılarını açacağını söyler.diğer tarafta, cennet bahçelerinde, cariyelere ne yapmaları gerektiği anlatılmış ve hata yapanın öleceği daha doğrusu öldürürleceği söylenmiştir; hepsi bu cennet senaryosundaki rollerini oynamaya hazırdırlar.
Fedaileriyle ilk defa yüz yüze görüşen Seyduna, onlara bahçelere giden gizli bölmelere gelmeden önce, zamanında Hindistan’da tanıştığı haplardan yedirir ve bahçelere dek onları uyumuş vaziyette kölelerine taşıtır. Bu uykulu yolculuk sırasında fedailer, cennet rüyaları görmektedirler; istedikleri her şey olmaktadır ve büyük bir zevk içinde, kelimenin tam anlamıyla uçmaktadırlar. Uyandıklarında hepsi birbirinden habersiz, ayrı ayrı yerlerde, başlarında birbirinden güzel ve çekici yedişer huri hazır bekler vaziyette bulurlar. Huriler, fedailerin sorularını büyük ustalıkla tezgahlanan yalanlarla savuştururlar ve bu seneryonun sahteliğinin ortaya çıkmasına engel olurlar. Hepsi fedailere hizmet için fırsat kollamaktadırlar.
O gün birbirinden güzel zevkleri tadan fedailer, cennetten yine uyutularak fakat kendilerinin hizmetkarı hurilerin hülyalarıyla ayrılırlar. Uyandıklarında, hepsi hurilerine kavuşmak arzusuyla yanıp tutuşan birer yürüyen ölüm olmuşlardır.
Giderek büyüyen bu tarikat tehlikesine karşı Selçuklular bir sefere çıkar. Kaleye, savaşmadan teslim olmasını önermek üzere gelen elçilere Seyduna, öğretisini önce sözlü olarak aşılamaya çalıştıysa da başarılı olamaz. Bunun üzerine, ilk kez olmak üzere kale sakinlerinin huzuruna çıkan peygamber, elçiler de dahil, herkesin gözü önünde, iki fedaisine ölmelerini emreder ve elçiler şaşkınlıkla oradan ayrılırken, Seyduna’ya inananların da imanları pekişmiştir.
Seyduna için artık intikam zamanı gelmiştir. En gözde fedaisi İbn-i Tahir’i yanına çağırır ve kenarında zehirli küçük bir hançercik gizlenmiş bir mektupla O’nu, kendisine büyük bir kuvvetle saldırmaya hazırlanan Nizam-ül Mülk’ü öldürmeye yollar. Gitmeden önce O’na Gazali’nin öğrencisi olduğunu ve O’ndan haber getirdiğini söylemesini ister ve öldürmeden önce, daha önce cennete girmeden içirdiği haplardan vererek içmesini emreder. İbn-i Tahir bir mürid kılığında Nizam-ül Mülk’ün çadırına girer ve çıkarttığı küçük zehirli hançerle ona bir hamle yapar. İğne Baş Vezir’in kulağını çizmiştir ancak zehiri çok tesirli olan bu hançerin öldürücü olması, bu çizikle mümkün olmuştur. Hasan Sabbah’ın yolladığı mektupta ise şu satırlar yazılıdır: “ Cehennemde görüşmek üzere; Hasan Sabbah.” Baş Vezir, ölmeden önce tüm bunların yalan olduğunu ve Seyduna’nın bir sahtekar olduğunu İbn-i Tahir’e anlatır ve O’nu öldürmesi için serbest bırakılmasını emreder. Bu sırada Seyduna, ikinci bir fedaisini Melikşah’ın üzerine salar. O da benzer şekilde görevini icra eder, ama hemen öldürülür; öldürülür fakat O, ölümün acı zehrini tatlı bir şerbet gibi, büyük bir hazla içmiştir.
Seyduna’ya ulaşan İbn-i Tahir, O’nu öldüremez ancak, Seyduna, gerçekte ne için yaşadığını anlatıp, yaşam felsefesini O’na aşılar ve O’nu göndererek kendisini yetiştirmesini ister ve bir gün kendi yerine geçeceğini söyler.
Hasan Sabbah, artık hedefine ulaşmış, muzafferdir.
Yazar Hakkında
1903 yılında Trieste civarında küçük bir Sloven şehrinde dünyaya geldi. Fransız kültürü alan anne ve babasının etkisiyle, yirmili yıllarda Sorbon’da tahsil gördü. Yüksek öğreniminin büyük bir kısmını, anayurdunun başkenti olan Ljubljana şehrinde tamamladı. Öğrenim gördüğü dalları, bakış açılarına göre, gelişigüzel veya ansiklopedik olarak tanımlamak mümkündür: felsefe,psikoloji, (Bartol, Freud’un o zamanlar pek tanınmamış olan eserini çok erken yaşlarda keşfetmişti), biyoloji(hayatı boyunca kelebeklerin yaşamlarına hayran kalmıştı), dinler tarihi. Kısacası , son savaştan önce yoğun anlaşmazlıklar tarafından parçalanmış bir ülke için, hiç de uygun olmayan bir eğitim. Ljubljana, otuzlu yıllarda zıt ideolojilerin birbirleriyle şiddetle çatıştıkları bir şehir olmuştur.
İlk eseri olan Almaut’u 1938 yılında ana dili olan Slovence ile kaleme alarak tamamladı. İkinci Dünya Savaşı’nın karışık ortamında umduğu ilgiyi bulamadı. Hatta bir ara el altından satılarak tehlikeli bir kitap olarak kabul edildi. Bartol, savaş yıllarında vatanını işgal eden Alman ve İtalyan faşistlerine karşı mücadele etti.
Savaştan sonra kurulan Yugoslavya’da istediği ortamı bulamadığı için 1946 ile 1956 yılları arasında on yıl ikamet edeceği Trieste’ya yerleşti. 1956 yılında geri dönerek Alamut’u bir kez daha yayınlamayı başardı. 1960 yılında Yugoslavya yazarlar birliği başkanlığına seçilerek nihayet layık olduğu itibara ulaştı. Kitabı ise 1967 yılındaki ölümüne kadar bir daha yayınlanamadı. Herkes tarafından baş eseri olduğu kabul edilmesine rağmen sadece 1980 ve 1984 yıllarında iki baskı yapabildi.
Wladimir Bartol
Medyum
MEDYUM
Jack Torrance arkadaşı Albert Shockley’in yardımıyla Overlook Otel’inde bir iş bulmuştu.Otelde kışlık bakıcı olarak görev yapacaktı.Kış mevsiminde otel kapalıydı.Otelde o, karısı ve çocuğu kalacaktı.Overlook 1907 ile 1909 yılları arasında yapılmıştı.Ekonomik kriz ve savaş gibi nedenlerden dolayı kapatılmıştı. Sahipleri çok zengindi fakat hiç birisi burasını tam anlamıyla işletememişti.
Overlook’un kapanış günü Jack ve ailesi geldiler. Otelin son günü olmasına rağmen oldukca kalabalıktı.Son müşterilerde hesaplarını kapatıyorlardı, Jack ve ailesinin geldiğinde. Önce müşteriler daha sonrada hizmetciler birer birer ayrıldılar otelden.Bay Watson Jack’a neler yapması gerektiğini anlatıyordu.Bu sırada ahçı Halloran küçük oğlu Danny’le ilgileniyordu.Danny’deki ışıltının farkına varmıştı. Bu yüzden ona oldukca sıcak davrandı.Onunla konuşmadan anlaşabiliyorlardı. Danny daha beş yaşında olmasına rağmen ışıltısı çok kuvvetliydi, bundan dolayı zarar görebilirdi. Bay Watson Danny’a Overlook’un acaip şeylerin olduğunu, bundan dolayı kendisine dikkat etmesini söyledi.Bahçedeki hayvan şeklinde budanmış şimşir ağaçlarından, 217 numaralı odadan ve çocuk bahçesinden uzak durmasını istemişti.Zor durumda kalması halinde kendisini çağırmasını söyledi.
Danny aslında Overlook’a gitmeyi istemiyordu. Ama geleceklerinin daha iyi olması için bu şarttı.Böylece babası yarım kalan oyununu tamamlayabilecekti. Annesi ve kendisiyle daha fazla ilgilenecek böylece annesiyle arasındaki sorun çözülecekti.
Bay Watson, Jack’a yüz odalı Overlook Oteli’nin tamamını gezdirdi.En çok kalorifer kazanına dikkat etmesini söyledi. Kazan çok eskiydi, yeni olsaydı250’ye kadar dayanabilirdi ama şu haliyle gösterge 180’I gösterinceye kadar ancak dayanabilirdi.
Otelden herkez ayrıldı. Jack ve ailesi otelde tek başlarınaydı. Danny daha sık garip rüyalar görmeye başlamıştı.Rüyalar eskisi gibi güzel şeyleri göstermiyordu. Korkutucu bir hal almıştı. Danny annesine Tonny’den bahsetti. Herşeyi ona Tonny gösteriyordu ama annesi buna inanmak istemiyordu. Bir akşam Danny banyodayken Tonny yine geldi. Tonny aynanın içindeydi. Danny aynaya ipnotize olmuş gibi bakıyordu. Tonny’I izlemeye başladı. Tonny onu çok korkutuyordu ama yine de peşinden gidiyordu. Parmağından kan damlayan ölmüş bir kadını, duvardaki kan lekelerini, duvara yeni sıçramış olan, beyine benzeyen beyaz et parçalarını ve ucu kanlı üzerinde saç olan tokmağı gösterdi Danny. Annesi Danny’den ses gelmeyince endişelendi, kapıyı zorladı ancak kilitliydi. Jack kapıyı kırdı ve Danny’ ipnotize olmuş bir şekilde buldu.Kucağında yatak odasına götürdü.Danny anlamsız bazı şeyler söylüyordu. Kendine geldiğinde Tonny’den ve gördüklerinden bahsetti. Ertesi gün 40 mil uzaklıktaki Sidewinder Kasabası’nda bulunan doktora gittiler. Kış yaklaşıyordu Overlook’tan bir yere ayrılamayacaklardı buyüzden üçüde kontrol oldular. Doktor Danny’nin tamamen iyi olduğunusadece bazı zihinsel sorunlar yaşadığını söyledi. Bunun sebebinin yalnızlık olduğunu söyledi. Buna Wenndy inanmamıştı ama biraz tatmin olmuş gibiydi.
Eve döndüklerinde işler bir süre yolunda gitmişti. Wenndy yedi yıllık evliliginin en güzel yıllarını yaşıyordu. Jack içkiyi bırakalı uzun zaman olmuştu ancak bazen bu durum onun canını sıkıyordu. Eski günlerine dönmek içki içmek istiyordu.Otelin barında bir damla bile içki yoktu. İçkiyi bıraktığı için kendiside getirmemişti. Danny babasındaki bu değişmeleri fark edebiliyordu. Bundan annesine bahsetti. Annesi Danny’e inanıyor ve gelecek baharda herşeyin düzeleceğini birlikte balık tutacaklarını söyledi. Danny daha önce annesinin düşüncelerini ona söylemişti. Bu annesi Wenndy için yeterliydi. Wenndy Danny’ yaklaşmış bütün gördüklerini anlatmasını istemişti. Danny fazla birşey hatırlayamıyordu. Hatırladıklarının tamamını annesine anlattı. İçindeki güç iyice güçleniyordu. Tonny’iistedigi gibi kullanabiliyordu artık.Tekrar Tonny’ı çagırdı ve ondan gelecekleri hakkında bilgi vermesini istedi. Tonny babasının herşeye neden olacağını, Overlook’un onu ele geçireceğini söyledi.
Öğleden sonra Danny annesi ve babası uyuduğu için yalnız kalmıştı. İçindeki güç onu 217 numaralı odaya götürdü. Kilitli kapıyı açtı ve içeri girdi. Yask olduğunu biliyordu ama yinede içindeki güce karşı koyamadı. Duvardaki kan lekelerini ve beyin parçalarını gördü. Banyoya doğru ilerledi. Banyonun kapısını açtı. Yaşlı, ölmüş, elinden kan damlayan kadını gördü. Kadın, ayağa kalktı ve Danny’e doğru ilerledi. Danny kaçmaya başladı. Kapıya geldiğinde kapı kilitliydi. Bay Hallorann’ın söyledikleri aklına geldi. Gözlerini kapattı ve kapının açık olduğu aklına geldi. Kapıyı açtı ancak kadın ona yetişti ve boğazını sıktı.
Danny’ı annesi ve babası bulduğunda merdivenlerin başında duruyordu. Boğazı berelenmişti. Wenndy koşarak çocuğu aldı. Herşeyi Jack’in yaptığını sanıyordu. O gün Jack’I Overlook eline geçirmişti. Babasının ona seslendiğini duyuyordu. Babası karısı ve çocuğunu cezalandırmasını söylüyordu. Overlook Jack’ten Danny’ı istiyordu. Danny’ı da kendisine katarsa çok güçlü olacaktı. Danny o sırada Hallorann’ı çağırmıştı. Danny kendisine geldiğinde annesinin kucağında yatak odasındaydı. Kapı kilitliydi. Jack kapıyı dövüyordu. Daha sonra Jack aşağı indi. Bodrumda o eski faturalara daldı. Wenndy kocasına bakmak için aşağı indi. Çok korkuyordu. Jack barda yatıyordu. Sızmıştı. Biraz ileride kroke tokmağı vardı. Onun bodrumda olması gerekliydi ama Overlook onu buraya getirmişti.O akşam Overlook canlanmış maskeli balo tekrar başlamıştı.Jack güzel bir bayanla dans ediyordu. O sırada Grady yanında belirdi. Grady otelin eski kışlık bakıcısıydı. Oteldeyken tüm ailesini öldürmüştü.Otelin barmeni içkileri yeniledi. Jack o gece yirmi kadeh içti ve sızdı.Wenndy yanına gelince Jack birden gözlerini açtı. Wenndy’in ayak bileğini tuttu. Gittikçe canı yanıyordu Wenndy’in. Jack ayağa kalktı ve karısına tokmakla vurdu. Onu öldürecekti. Wenndy eline geçirdiği bir şişeyi Jack’in kafasına vurdu ve Jack bayıldı Oğluyla onu kilere sürüklediler. Gece Overlook tekrar canlandı veGrady, Jack’in yanında belirdi. Jack kapıyı açması için yalvardı. Grady çocuğu onlara getirirse kapıyı açacağını söyledi. Jack söz verdi. Grady kapıyı açtı.
O gece Wenndy çok korkuyordu. Jack’in sesi hiç susmadı. Sabaha karşı ikiside uyudu. Wenndy’nin uyandığında Jack’ın sesi duyulmuyordu.Eline mutfaktan aldığı bıçağı aldı ve aşağı Jack’a bakmaya gitti. Jack birden önünde belirdi ve elindeki tokmakla Wanndy’e vurdu. Tokmak inip inip kalkıyordu. Wenndy elindeki bıçağı Jack’a sapladı ve elinden kurtulmayı başardı. Kaçmaya başladı.
Hallorann gelirken yolda arabası kaydı. Şanslıydı çünkü yanında bir kar arabası vardı. Onu çekti. Kar arabasının şoföründe de ışıltı vardı. Şoför ona bir eldiven verdi. Arkadaşı araba kiralıyordu ismini söylemesi halinde ona bir kar arabası kiralayacağını söyledi. Hallorann şanslı olduğunu düşündü. Sidewinder’e gidip kar arabasını aldı. Overlook’a doğru yola çıktı. Overlook onu engellemeye çalışıyordu. Bunu bir defa başarmıştı ama şimdi daha dikkatliydi. Kar arbası hızla ilerliyordu.
Wenndy merdivenlere ulaştığında Jack ayaklanmıştı. Wenndy kaburgası kırıldığı için nefes alamıyordu.Çok acı çekiyordu. Jack arkasından yetişmeye başladı. Ağızındaki içki kokusu iyice işitiliyordu. Wenndy içeri girdi ve kapıyı kilitledi. Ama Danny yerinde yoktu. Her tarafı aradı. Jack kapıya tokmakla vuruyordu. Wenndy kendisini banyoya kilitledi. Jack odanın kapısını kırdı. Sıra banyo kapısındaydı. Banyo kapısını kırdığında Wenndy ecza dolabından aldığı jiletle elini kesti. Bir motor sesi duyuldu. Hallorann’dı bu. Overlook söylemişti. Jack karısının bırakıp aşağı Hallorann’I öldürmeye indi.Hallorann Overlook’a geldiğinde aslşan önüne çıktı ve saldırdı. Hallorann aslanı yakarak öldürdü. İçeri girdiğinde Jack ona tokmakla vurdu. Tokmağın her tarafı kan olmuş üzerinde saçlar vardı. Jack hemen yukarı çıktı. Danny’i bulmalıydı. Onu üçüncü katta buldu. Bu sırada Danny, Tonny’i çağırmıştı. Tonny ona babasının hatırlamadığını hatırlayacağını söyledi. Danny kendine geldiğinde babası karşısında tokmağı kaldırmış bekliyordu. Danny sen babam değilsin, sen Overlook’sun diye bağırdı. Tokmağı aşağı indirdi. Overlook tekrar tokmağı havaya kaldırdı ve Danny o anda babasının hatırlayamadığını hatırladı. Kalorifer kazanı. Bunu Overlook’a söyledi. Overlook, burasının yaşaması için tokmağı aşağı indirdi ve kalorifer kazanının yanına gitti.Danny koşarak annesinin yanına gitti. Hallorann’da oradaydı. Wenndy yürüyemiyordu. Hallorann ikisini de kucağına alıp dışarı kaçmaya başladı. Overlook elini kazanın vanasına koydu . Kazanın her tarafından buhar çıkıyordu. Vanayı açtı ama kazanın patlamasına engel olamadı. Hallorann tam dışarı çıktığında sıcak bir dalga geldi ve onları fu-ırlattı. Overlook yanıyordu, tüm camlardan alev çıkıyordu.
Bir sonraki baharda Wenndy bir şezlonga uzanmıştı. Hallorann yanına geldi ve balık tutan Danny’in yanına gittiler.
Stephen King
Jack Torrance arkadaşı Albert Shockley’in yardımıyla Overlook Otel’inde bir iş bulmuştu.Otelde kışlık bakıcı olarak görev yapacaktı.Kış mevsiminde otel kapalıydı.Otelde o, karısı ve çocuğu kalacaktı.Overlook 1907 ile 1909 yılları arasında yapılmıştı.Ekonomik kriz ve savaş gibi nedenlerden dolayı kapatılmıştı. Sahipleri çok zengindi fakat hiç birisi burasını tam anlamıyla işletememişti.
Overlook’un kapanış günü Jack ve ailesi geldiler. Otelin son günü olmasına rağmen oldukca kalabalıktı.Son müşterilerde hesaplarını kapatıyorlardı, Jack ve ailesinin geldiğinde. Önce müşteriler daha sonrada hizmetciler birer birer ayrıldılar otelden.Bay Watson Jack’a neler yapması gerektiğini anlatıyordu.Bu sırada ahçı Halloran küçük oğlu Danny’le ilgileniyordu.Danny’deki ışıltının farkına varmıştı. Bu yüzden ona oldukca sıcak davrandı.Onunla konuşmadan anlaşabiliyorlardı. Danny daha beş yaşında olmasına rağmen ışıltısı çok kuvvetliydi, bundan dolayı zarar görebilirdi. Bay Watson Danny’a Overlook’un acaip şeylerin olduğunu, bundan dolayı kendisine dikkat etmesini söyledi.Bahçedeki hayvan şeklinde budanmış şimşir ağaçlarından, 217 numaralı odadan ve çocuk bahçesinden uzak durmasını istemişti.Zor durumda kalması halinde kendisini çağırmasını söyledi.
Danny aslında Overlook’a gitmeyi istemiyordu. Ama geleceklerinin daha iyi olması için bu şarttı.Böylece babası yarım kalan oyununu tamamlayabilecekti. Annesi ve kendisiyle daha fazla ilgilenecek böylece annesiyle arasındaki sorun çözülecekti.
Bay Watson, Jack’a yüz odalı Overlook Oteli’nin tamamını gezdirdi.En çok kalorifer kazanına dikkat etmesini söyledi. Kazan çok eskiydi, yeni olsaydı250’ye kadar dayanabilirdi ama şu haliyle gösterge 180’I gösterinceye kadar ancak dayanabilirdi.
Otelden herkez ayrıldı. Jack ve ailesi otelde tek başlarınaydı. Danny daha sık garip rüyalar görmeye başlamıştı.Rüyalar eskisi gibi güzel şeyleri göstermiyordu. Korkutucu bir hal almıştı. Danny annesine Tonny’den bahsetti. Herşeyi ona Tonny gösteriyordu ama annesi buna inanmak istemiyordu. Bir akşam Danny banyodayken Tonny yine geldi. Tonny aynanın içindeydi. Danny aynaya ipnotize olmuş gibi bakıyordu. Tonny’I izlemeye başladı. Tonny onu çok korkutuyordu ama yine de peşinden gidiyordu. Parmağından kan damlayan ölmüş bir kadını, duvardaki kan lekelerini, duvara yeni sıçramış olan, beyine benzeyen beyaz et parçalarını ve ucu kanlı üzerinde saç olan tokmağı gösterdi Danny. Annesi Danny’den ses gelmeyince endişelendi, kapıyı zorladı ancak kilitliydi. Jack kapıyı kırdı ve Danny’ ipnotize olmuş bir şekilde buldu.Kucağında yatak odasına götürdü.Danny anlamsız bazı şeyler söylüyordu. Kendine geldiğinde Tonny’den ve gördüklerinden bahsetti. Ertesi gün 40 mil uzaklıktaki Sidewinder Kasabası’nda bulunan doktora gittiler. Kış yaklaşıyordu Overlook’tan bir yere ayrılamayacaklardı buyüzden üçüde kontrol oldular. Doktor Danny’nin tamamen iyi olduğunusadece bazı zihinsel sorunlar yaşadığını söyledi. Bunun sebebinin yalnızlık olduğunu söyledi. Buna Wenndy inanmamıştı ama biraz tatmin olmuş gibiydi.
Eve döndüklerinde işler bir süre yolunda gitmişti. Wenndy yedi yıllık evliliginin en güzel yıllarını yaşıyordu. Jack içkiyi bırakalı uzun zaman olmuştu ancak bazen bu durum onun canını sıkıyordu. Eski günlerine dönmek içki içmek istiyordu.Otelin barında bir damla bile içki yoktu. İçkiyi bıraktığı için kendiside getirmemişti. Danny babasındaki bu değişmeleri fark edebiliyordu. Bundan annesine bahsetti. Annesi Danny’e inanıyor ve gelecek baharda herşeyin düzeleceğini birlikte balık tutacaklarını söyledi. Danny daha önce annesinin düşüncelerini ona söylemişti. Bu annesi Wenndy için yeterliydi. Wenndy Danny’ yaklaşmış bütün gördüklerini anlatmasını istemişti. Danny fazla birşey hatırlayamıyordu. Hatırladıklarının tamamını annesine anlattı. İçindeki güç iyice güçleniyordu. Tonny’iistedigi gibi kullanabiliyordu artık.Tekrar Tonny’ı çagırdı ve ondan gelecekleri hakkında bilgi vermesini istedi. Tonny babasının herşeye neden olacağını, Overlook’un onu ele geçireceğini söyledi.
Öğleden sonra Danny annesi ve babası uyuduğu için yalnız kalmıştı. İçindeki güç onu 217 numaralı odaya götürdü. Kilitli kapıyı açtı ve içeri girdi. Yask olduğunu biliyordu ama yinede içindeki güce karşı koyamadı. Duvardaki kan lekelerini ve beyin parçalarını gördü. Banyoya doğru ilerledi. Banyonun kapısını açtı. Yaşlı, ölmüş, elinden kan damlayan kadını gördü. Kadın, ayağa kalktı ve Danny’e doğru ilerledi. Danny kaçmaya başladı. Kapıya geldiğinde kapı kilitliydi. Bay Hallorann’ın söyledikleri aklına geldi. Gözlerini kapattı ve kapının açık olduğu aklına geldi. Kapıyı açtı ancak kadın ona yetişti ve boğazını sıktı.
Danny’ı annesi ve babası bulduğunda merdivenlerin başında duruyordu. Boğazı berelenmişti. Wenndy koşarak çocuğu aldı. Herşeyi Jack’in yaptığını sanıyordu. O gün Jack’I Overlook eline geçirmişti. Babasının ona seslendiğini duyuyordu. Babası karısı ve çocuğunu cezalandırmasını söylüyordu. Overlook Jack’ten Danny’ı istiyordu. Danny’ı da kendisine katarsa çok güçlü olacaktı. Danny o sırada Hallorann’ı çağırmıştı. Danny kendisine geldiğinde annesinin kucağında yatak odasındaydı. Kapı kilitliydi. Jack kapıyı dövüyordu. Daha sonra Jack aşağı indi. Bodrumda o eski faturalara daldı. Wenndy kocasına bakmak için aşağı indi. Çok korkuyordu. Jack barda yatıyordu. Sızmıştı. Biraz ileride kroke tokmağı vardı. Onun bodrumda olması gerekliydi ama Overlook onu buraya getirmişti.O akşam Overlook canlanmış maskeli balo tekrar başlamıştı.Jack güzel bir bayanla dans ediyordu. O sırada Grady yanında belirdi. Grady otelin eski kışlık bakıcısıydı. Oteldeyken tüm ailesini öldürmüştü.Otelin barmeni içkileri yeniledi. Jack o gece yirmi kadeh içti ve sızdı.Wenndy yanına gelince Jack birden gözlerini açtı. Wenndy’in ayak bileğini tuttu. Gittikçe canı yanıyordu Wenndy’in. Jack ayağa kalktı ve karısına tokmakla vurdu. Onu öldürecekti. Wenndy eline geçirdiği bir şişeyi Jack’in kafasına vurdu ve Jack bayıldı Oğluyla onu kilere sürüklediler. Gece Overlook tekrar canlandı veGrady, Jack’in yanında belirdi. Jack kapıyı açması için yalvardı. Grady çocuğu onlara getirirse kapıyı açacağını söyledi. Jack söz verdi. Grady kapıyı açtı.
O gece Wenndy çok korkuyordu. Jack’in sesi hiç susmadı. Sabaha karşı ikiside uyudu. Wenndy’nin uyandığında Jack’ın sesi duyulmuyordu.Eline mutfaktan aldığı bıçağı aldı ve aşağı Jack’a bakmaya gitti. Jack birden önünde belirdi ve elindeki tokmakla Wanndy’e vurdu. Tokmak inip inip kalkıyordu. Wenndy elindeki bıçağı Jack’a sapladı ve elinden kurtulmayı başardı. Kaçmaya başladı.
Hallorann gelirken yolda arabası kaydı. Şanslıydı çünkü yanında bir kar arabası vardı. Onu çekti. Kar arabasının şoföründe de ışıltı vardı. Şoför ona bir eldiven verdi. Arkadaşı araba kiralıyordu ismini söylemesi halinde ona bir kar arabası kiralayacağını söyledi. Hallorann şanslı olduğunu düşündü. Sidewinder’e gidip kar arabasını aldı. Overlook’a doğru yola çıktı. Overlook onu engellemeye çalışıyordu. Bunu bir defa başarmıştı ama şimdi daha dikkatliydi. Kar arbası hızla ilerliyordu.
Wenndy merdivenlere ulaştığında Jack ayaklanmıştı. Wenndy kaburgası kırıldığı için nefes alamıyordu.Çok acı çekiyordu. Jack arkasından yetişmeye başladı. Ağızındaki içki kokusu iyice işitiliyordu. Wenndy içeri girdi ve kapıyı kilitledi. Ama Danny yerinde yoktu. Her tarafı aradı. Jack kapıya tokmakla vuruyordu. Wenndy kendisini banyoya kilitledi. Jack odanın kapısını kırdı. Sıra banyo kapısındaydı. Banyo kapısını kırdığında Wenndy ecza dolabından aldığı jiletle elini kesti. Bir motor sesi duyuldu. Hallorann’dı bu. Overlook söylemişti. Jack karısının bırakıp aşağı Hallorann’I öldürmeye indi.Hallorann Overlook’a geldiğinde aslşan önüne çıktı ve saldırdı. Hallorann aslanı yakarak öldürdü. İçeri girdiğinde Jack ona tokmakla vurdu. Tokmağın her tarafı kan olmuş üzerinde saçlar vardı. Jack hemen yukarı çıktı. Danny’i bulmalıydı. Onu üçüncü katta buldu. Bu sırada Danny, Tonny’i çağırmıştı. Tonny ona babasının hatırlamadığını hatırlayacağını söyledi. Danny kendine geldiğinde babası karşısında tokmağı kaldırmış bekliyordu. Danny sen babam değilsin, sen Overlook’sun diye bağırdı. Tokmağı aşağı indirdi. Overlook tekrar tokmağı havaya kaldırdı ve Danny o anda babasının hatırlayamadığını hatırladı. Kalorifer kazanı. Bunu Overlook’a söyledi. Overlook, burasının yaşaması için tokmağı aşağı indirdi ve kalorifer kazanının yanına gitti.Danny koşarak annesinin yanına gitti. Hallorann’da oradaydı. Wenndy yürüyemiyordu. Hallorann ikisini de kucağına alıp dışarı kaçmaya başladı. Overlook elini kazanın vanasına koydu . Kazanın her tarafından buhar çıkıyordu. Vanayı açtı ama kazanın patlamasına engel olamadı. Hallorann tam dışarı çıktığında sıcak bir dalga geldi ve onları fu-ırlattı. Overlook yanıyordu, tüm camlardan alev çıkıyordu.
Bir sonraki baharda Wenndy bir şezlonga uzanmıştı. Hallorann yanına geldi ve balık tutan Danny’in yanına gittiler.
Stephen King
Ölü Ozanlar Derneği
Welton Akademisi bulunduğu bölgenin en disiplinli ve en iyi eğitim veren okullarından biriydi. En ufak disiplinsizlikte bile çok büyük cezalar veriliyordu. Okul tarafından benimsenmiş olan bazı ilkeler vardı. Bu ilkeler disiplin, gelenek, yetkinlik ve onurdu. Okul bu ilkelerden asla vazgeçmiyor, bu ilkelere uymayanlar ise en ağır şekilde cezalandırılıyordu. Her sene açılış törenlerinde bu ilkeler öğrenciler tarafından açıklanıyordu. Bu okul yatılı bir okul olmasından dolayı öğrenciler aralarında çok sıkı arkadaşlıklar kuruyorlar ve her zaman kötü zamanlarında birbirine destek oluyorlardı. Çünkü onlar daha küçük yaşta anne ve babalarından ayrılmış ve böyle disiplinli bir okula gelmiş olmanın sıkıntılarını yaşıyorlardı. Bu sıkıntıların üstesinden birbirlerine verecekleri destek ile gelebileceklerdi. Anne ve babaları için, çocuklarının bu okulda okuması büyük bir gururdu.
O yıl yani 1959 da Welton Akademisi yine görkemli bir açılış yapmış. Ve okula yeni alınan öğrencilerle birlikte eğitim yılına başlamıştı. Welton Akademisine başka bir okuldan transfer olan Todd Anderson çekingen bir çocuk olduğundan dolayı henüz yeni arkadaşları ile tanışmamıştı. Onun kendisine hiç güveni yoktu. Her zaman çok alçak bir sesle konuşuyor ve insanlardan utanıyordu. Oda arkadaşı Neil onunla tanışmış ve onu bu özelliğinden dolayı azarlamıştı. Çünkü yatılı bir okulda eğer içine kapanık olarak davranırsa çok şeyler kaybedeceğini ve bu özelliğinden hemen kurtulmasını gerektiğini söyledi. Neil Toddu diğer arkadaşları ile tanıştırdı. Knox, Charlie, Cameron, Pitts ve Meeks’de onu çok sevmişlerdi. İşte arkadaşlıkları böyle başladı. Hem okulun eski mezunu hem de yeni İngilizce öğretmeni olan Keating’in okula gelmesi ile bu arkadaş grubunu yaşamı değişmeye başladı. Bay Keating’ten etkilenen yedi arkadaş Ölü Ozanlar Derneğini kurdular. Derneğin yeri okulun yakınlarında bir mağaraydı. Çocuklar bu mağarada toplanıp burada ölü ozanların şiirlerini okuyorlar ve adeta bu şiirleri yaşıyorlardı. Burada toplanıp bu şiirleri okumanın asıl amacı ailelerinin baskı ve beklentilerinden bir an için uzaklaşmak ve yaşamın her anının ne kadar önemli olduğunu anımsamaktı.
Bu dernekte toplanıldığında herkes sıra ile şiirler okurdu. Ancak Todd Anderson utangaçlığından dolayı şiir okuyamıyordu. Kısa bir süre sonra o da bu dernek sayesinde utangaçlığını üzerinden atmıştı. Neil’in en büyük isteği bir tiyatro oyununda rol almaktı. Bay Keating’in de yardımıyla bölgede sergilenecek bir tiyatro oyununda baş rolü aldı. Ancak babası kesinlikle bunu istemiyordu. Buna rağmen Neil babasından habersiz olarak Ölü Ozanlar Derneğinde edindiği bir takım düşüncelere dayanarak bu oyunu oynadı. Babası da bu oyuna gitmiş ve Neil’i bu oyunda görünce deli olmuş, çok sinirlenmişti. Neil’in babası tüm olanların suçlusu Bay Keating’i görüyordu. Bu yüzden Neil’i bu okuldan alıp bir askeri okula yazdırmaya karar verdi. Neil ailesinin kendi yolunu kendisinin çizmesine izin vermediği için çok büyük bir sıkıntı ve stres altına girmişti. Bu sıkıntıya fazla dayanamayan Neil bir kurşunla hayatına son verdi. Bunu duyan tüm yakınları yıkılmıştı. Onun arkadaşaları hariç herkes onun ölümü ile ilgili olarak Bay Keating’i suçluyordu. Neil’in arkadaşları ise suçlunun kesinlikle onun babası olduğunu düşünüyorlardı. Bir süre sonra Okul müdürü Nolan’ın Ölü Ozanlar Derneğinden de haberi oldu . ayrıca bu derneğin kurucusunun Bay Keatin olduğunu da öğrendi. Tüm bunları Nolan’a Cameron ispiyonlamıştı. Yani arkadaşlarını ve Bay Keating’i ele vermişti. Buna sebep olarak da okulun sahip olduğu bazı ilkelerin olduğunu ve bu ilkelere ihanet edemeyeceğini söylemişti. Tüm olanlardan sonra Bay Keating’in öğretmenliğine son verilmesi için çalışmalara başlandı. Derneği ilk kuran öğrenci olan Charlie okuldan atılmıştı. Derneğin diğer üyeleri ise Bay Keating’in öğretmenliğine son verilmesi için imza atmaya zorlanmıştı. Todd Anderson buna karşı gelmiş ve kağıdı imzalamamıştı. Bu yüzden okul müdürü tarafından tehdit edilmeye başlandı.
Todd’un çabaları sonuç vermedi ve Keating’in öğretmenliğine son verildi. O okuldan ayrılırken bütün öğrenciler Bay Nolan’nın gözü önünde alkışları ile Bay Keating’e duydukları o büyük sevgiyi gösterdiler.
Nancy H. Kleinbaum
O yıl yani 1959 da Welton Akademisi yine görkemli bir açılış yapmış. Ve okula yeni alınan öğrencilerle birlikte eğitim yılına başlamıştı. Welton Akademisine başka bir okuldan transfer olan Todd Anderson çekingen bir çocuk olduğundan dolayı henüz yeni arkadaşları ile tanışmamıştı. Onun kendisine hiç güveni yoktu. Her zaman çok alçak bir sesle konuşuyor ve insanlardan utanıyordu. Oda arkadaşı Neil onunla tanışmış ve onu bu özelliğinden dolayı azarlamıştı. Çünkü yatılı bir okulda eğer içine kapanık olarak davranırsa çok şeyler kaybedeceğini ve bu özelliğinden hemen kurtulmasını gerektiğini söyledi. Neil Toddu diğer arkadaşları ile tanıştırdı. Knox, Charlie, Cameron, Pitts ve Meeks’de onu çok sevmişlerdi. İşte arkadaşlıkları böyle başladı. Hem okulun eski mezunu hem de yeni İngilizce öğretmeni olan Keating’in okula gelmesi ile bu arkadaş grubunu yaşamı değişmeye başladı. Bay Keating’ten etkilenen yedi arkadaş Ölü Ozanlar Derneğini kurdular. Derneğin yeri okulun yakınlarında bir mağaraydı. Çocuklar bu mağarada toplanıp burada ölü ozanların şiirlerini okuyorlar ve adeta bu şiirleri yaşıyorlardı. Burada toplanıp bu şiirleri okumanın asıl amacı ailelerinin baskı ve beklentilerinden bir an için uzaklaşmak ve yaşamın her anının ne kadar önemli olduğunu anımsamaktı.
Bu dernekte toplanıldığında herkes sıra ile şiirler okurdu. Ancak Todd Anderson utangaçlığından dolayı şiir okuyamıyordu. Kısa bir süre sonra o da bu dernek sayesinde utangaçlığını üzerinden atmıştı. Neil’in en büyük isteği bir tiyatro oyununda rol almaktı. Bay Keating’in de yardımıyla bölgede sergilenecek bir tiyatro oyununda baş rolü aldı. Ancak babası kesinlikle bunu istemiyordu. Buna rağmen Neil babasından habersiz olarak Ölü Ozanlar Derneğinde edindiği bir takım düşüncelere dayanarak bu oyunu oynadı. Babası da bu oyuna gitmiş ve Neil’i bu oyunda görünce deli olmuş, çok sinirlenmişti. Neil’in babası tüm olanların suçlusu Bay Keating’i görüyordu. Bu yüzden Neil’i bu okuldan alıp bir askeri okula yazdırmaya karar verdi. Neil ailesinin kendi yolunu kendisinin çizmesine izin vermediği için çok büyük bir sıkıntı ve stres altına girmişti. Bu sıkıntıya fazla dayanamayan Neil bir kurşunla hayatına son verdi. Bunu duyan tüm yakınları yıkılmıştı. Onun arkadaşaları hariç herkes onun ölümü ile ilgili olarak Bay Keating’i suçluyordu. Neil’in arkadaşları ise suçlunun kesinlikle onun babası olduğunu düşünüyorlardı. Bir süre sonra Okul müdürü Nolan’ın Ölü Ozanlar Derneğinden de haberi oldu . ayrıca bu derneğin kurucusunun Bay Keatin olduğunu da öğrendi. Tüm bunları Nolan’a Cameron ispiyonlamıştı. Yani arkadaşlarını ve Bay Keating’i ele vermişti. Buna sebep olarak da okulun sahip olduğu bazı ilkelerin olduğunu ve bu ilkelere ihanet edemeyeceğini söylemişti. Tüm olanlardan sonra Bay Keating’in öğretmenliğine son verilmesi için çalışmalara başlandı. Derneği ilk kuran öğrenci olan Charlie okuldan atılmıştı. Derneğin diğer üyeleri ise Bay Keating’in öğretmenliğine son verilmesi için imza atmaya zorlanmıştı. Todd Anderson buna karşı gelmiş ve kağıdı imzalamamıştı. Bu yüzden okul müdürü tarafından tehdit edilmeye başlandı.
Todd’un çabaları sonuç vermedi ve Keating’in öğretmenliğine son verildi. O okuldan ayrılırken bütün öğrenciler Bay Nolan’nın gözü önünde alkışları ile Bay Keating’e duydukları o büyük sevgiyi gösterdiler.
Nancy H. Kleinbaum
Armağan
Kış mevsiminde, Whitteaker ailesi noele çok büyük bir heyecanla hazırlanmaktadır. Ailenin reisi olan john’un babasında kalma, kendisininin yürüttüğü bir işi vardır. Ailenin hanımı olan Liz iyi öğrenim görmüş olan biridir. Çocukları dünyaya geldikten sonra işini bırakmış ve kendini tamamen onların yetişmesine adamıştır. Tommy ailenin büyük çocuğudur. Kendisi okulda ve uğraştığı spor dallarında çok başarılıdır. Küçük çocukları, Annie ise çok yaramaz ve bir o kadar da sevimli bir kız çocuğudur. Onun doğumundan sonra aile dahada birbirine bağlanmış ve mutlulukları bir kat daha artmıştır. Noel hazırlıkları son hızla devam ederken evde büyük bir heyecan hüküm sürmektedir.
Sonunda noel gelir. Hep birlikte mutlu bir noel geçirirler. Noelden bir kaç gün sonra Annie hastalanır ve yatağa düşer. Liz akşam doktoru çağırır. Doktor akşam eve gelir ve Annie’in hastalığının soğuk algınlıgı olduğunu söyler. O akşam Liz’in gözüne uyku girmez. Sabah kalktığında Annie’nin ateşi dahada artmış ve sık sık nefes almaya başlamıştır. Hemen hastaneye giderler; ama artık çok geçtir. Annie ölmüştür. Bütün aile birbirini sorumsuzlukla suçlamaktadır. John artık işinden geç vakitte dönmeye; Tommy okulu asmaya ve Liz’de hiçbirşeyle ilgilenmemeye başlar. Evde kimse birbiriyle konuşmamaktadır. Tommy’nin dersleri düşmüştür, öğretmenleri ondan şikayetçi olmamasına rağmen halinden pekde memnun değillerdir. Tommy daha 16 yaşındadır.
Maribeth’de 16 yaşında bir kızdır. Babasının baskısıyla bazı şeylerden yoksun bırakılmıştır. Maribeth’in babası, Bert çok huysuz ve inatçı, eski kafalı biridir. Ailede herkesin öyle olmasını istemektedir. Annesi, Margaret kendi halinde ne denilirse yapan biridir. Abisi, Ryan ise tıpatıp babasına benzemektedir. Maribeth bir gün bir partiye gider ve babası ona partide nasıl davranması gerektiğini neler yapıp yapmaması gerektiğini söyler. Akşam erkek arkadaşı onu almaya gelir ve partiye giderler. Erkek arkadaşı onunla partide ilgilenmez ve hemen içkiye koyulur. Kısa süredede sarhoş olur. Maribeth biraz hava almak için dışarı çıkar ve orada okulun en yakışıklı çocugu olan Paul’u görür. Konuşmaya başlarlar. Paul, Maribeth’e isterse onu gezdirebileceğini söyler. Beraber bir yere gidip dans ederler ve arabayla gezme turuna çıkarlar. Paul arabayı ıssız bir yerde durdurur. Maribeth’e içki teklif eder. Maribeth dansın ve içkinin tesiriyle biraz bilincini yitirir ve cinsel ilişkiye girer. Maribeth artık kız değildir.
Daha sonra Paul onu bırakır. Maribeth artık evde oturup doğum vaktinin gelmesini bekler. Maribeth’in babası Bert, olayı öğrenince yapmadığını bırakmaz. Kızını gözlerden uzak bir doğum yapması, doğan çocuğun başkasına verilmesi için şehir dışında bir kiliseye gönderir. Maribeth kilisede kendi gibi doğum yapmak için gelen kadınları görür. Onların doğumda ve doğumdan sonra yaşadıklarını öğrenir ve dehşete kapılır. Hemen oradan çıkar. Bir otobüse binip daha uzaklara gitmek ister; ama elindeki parası onu ancak kiliseden dört beş kasaba uzaktaki bir yere kadar gidebilmesine imkan verir.
Maribeth bu kasabada inerek iş arar. Daha sonra bir lokantada iş bulur ve çalışmaya başlar. Çalışmalarına yoğun bir tempoda devam eden Maribeth kısa zamanda lokantadaki herkes tarafından sevilmeye başlar. Kocasının bir savaşta öldüğünü ve ondan hamile olduğu, yalanını herkese söyler. Lokantada çalışan diğer işçiler ve lokantanın sahibi ona inanır. Lokantaya her zaman aynı vakitte gelen bir gençle tanışır. Kısa zamanda arkadaş olurlar.
Lokantaya gelen genç Tommy’dir. Evde annesinin onunla ilgilenmemesinden ve yemekleri zamandında, bazı zamanlar hiç yapmadığından dolayı her zaman bu lokantaya gelir. Yemekleri burada yer. Lokantada kimsenin onun hakkında en ufak bir bilgisi bile yoktur. Maribeth’la arkadaşlıklarını ilerleten Tommy ona başından geçenleri ve neden bu kadar üzgün olduğunu anlatır. Maribeth ise ona başından geçenleri, hamile olduğunu bir türlü anlatamaz. Maribeth’in karnı giderek büyümeye başlar ve artık gizleyemez duruma gelir. Bunu farkeden Tommy ona bu olayın neden ve nasıl olduğunu sorar. Maribeth olayları başından ve tüm çıplaklığıyla anlatır. Tommy’nin arkadaşlığı kısa sürede bir aşka dönüşmeye başlar. Maribeth’e aşık olur.
Doğum zamanı gelmiştir. Kasabada bu iki genç doktor aramaya başlar. Tommy aile doktorlarına gitmeye karar verir. Bu nedenle annesinden doktorun telefon numarasını alır. Daha sonra doktordan randevu ister. Doktor onlara bu doğacak olan çocuğun kimin olduğunu sorar. Tommy hiç çekinmeden ‘ikimizin’ yanıtını verir. Doktor, Tommy’i bir yerden tanıyordur; ama çıkarmakta güçlük çekmektedir.
Tommy’nin doktora uğramasından bir kaç gün sonra Liz’de doktora yıllık muayenesini yaptırmak için gelir. Doktor ona oğlunun adını sorar. Daha sonra oğlunun buraya bir kızla geldiğini söyler ve onun ne zaman evlendiğini sorar. Liz bu sorunun cevabını vermekte güçlük çeker; ama oğlunun evli olmadığını söyler. Doktor, Liz’e gelen kızın hamile olduğunuda söyler. Liz hemen eve giderek Tommy’nin ne haltlar karıştırdığını öğrenmek ister. Tommy’i bularak ondan neler olduğunu anlatmasını ister. Tommy’de anlatır. Liz bunun çok yanlış bir davranış olduğunu; hemen bu oyundan vazgeçmesi gerektiğini Tommy’e söyler. Fakat Tommy kararını vermiştir birkere. Bu yolda sonuna kadar Maribeth’in yanında olduğunu; Maribeth’in öyle sanıldığı kadar kötü bir kız olmadığını; aksine çok iyi ve marifetli bir kız olduğunu annesine söyler. Liz bu konuyu babasına açmaya karar verir. Akşam olunca, john eve gelir. Liz, john’a herşeyi anlatır. Babası, Tommy’yi yanına çağırır. Tommy’den bu işten hemen vazgeçmesini ister; ama yine olumsuz bir yanıt alır. Babasınada, annesine söylediği gibi Maribeth’den bahseder. Tommy’nin Maribeth hakkında söylediklerinden ikiside çok etkilenir ve onunla tanışmak, onu tanımak isterler. Babası, Liz’inde onayını alarak onu eve davet etmesini söyler. Maribeth eve gelir ve koyu bir sohbet başlar. John ve Liz, Tommy’nin haklı olduğunu; hatta maribeth’in dahada iyi biri olduğunu anlarlar. Ona kısa zamanda alışırlar. Maribeth’in hafiften doğum sancıları başlamıştır. Bunu farkeden Liz ona nerede kaldığını sorar ve ‘istersen bizim evde kalabilirsin’ der. Maribeth önce itiraz edecek gibi olur; ama Tommy’ninde ısrarlarıyla bu teklifi kabul eder.
Aynı zamanda öğretmen olan Liz, Maribeth’in öğrenimine devam etmesini ister. Ona kitaplar getirerek dışarıdan sınavlara girmesini sağlar. Sınavlarda başarılı olan Maribeth bir üniversiteye gitmeye hak kazanır. Maribeth’in doğumuna az kalmıştır. Anne ve baba, Tommy’nin Maribeth’e olan sevgisinin farkına varmakta fazla gecikmezler.
Maribeth doğumdan sonra bebeğin başkasına verilmesi gerektiğini; aksi takdirde eve gitmesinin imkansız olduğunu söyler. Liz ve john onu evlatlık olarak alabileceklerle bağlantı kurmaya başlarlar. Maribeth’in kafasında bebeği Liz ve John’a vermek gibi bir düşünce vardır. Liz’e düşündüklerini söyler. Liz çok şaşırmış; ve bir o kadarda heyecanlanmıştır. Bu konuyu John’la konuşması gerektiğini söyler ve konuşur. John, Liz’e eğer sende istersen neden olmasın der. Maribeth’in onlara sunduğu bu güzel armağanı kabul ederler. Sonunda Maribeth bir kız çocuk dünyaya getirir. Bu çocuk aynı Annie’ye benzediğinden Liz, John ve Tommy hayretler içinde kalırlar. Aynı zamanda çok sevinirler. Bu bebek onlar için, Tanrı tarafından gönderilmiş bir armağandır. Maribeth’in ayrılma vakti gelmiştir. Onlarla vedalaşarak en kısa zamanda geleceğini söyler ve ayrılır.
Yazar Hakkında
Danielle Steel Amerika ve dünyanın en tanınmış yazarlarından birisidir. Steel Fransa’da eğitim görmüş, reklamcılık ve halkla ilişkiler alanında çalışmış ve yazarlık konusunda çok çabalamıştır. Sonunda istediği gibi bir yazar olmuştur. Mesleğini çok ciddiye alarak yapar. Bazen bir konuyu iki üç yıl araştırdığı olur. Annesiyle babası Alman ve Portekizli olan Steel Avrupa’da yetişmiştir. Yabancı ülkeler ve diller her zaman yaşamında büyük rol oynamıştır. İspanyolca ve Fransızcayı kusursuzca konuşan Steel çok çekingen bir kadındır. Yaşamını saran o görünüşte ışıltılı ve ayrıntılara rağmen, kocası ve çocuklarıyla birlikte sakin bir yaşam sürmektedir.
Danielle Steel yazarlığı dışında, Amerika Kütüphanecilik Birliğinin yönetim kurulu başkanlığınıda yapmıştır.1981’de üniversite eöğrencileri tarafından yapılan ülke çapındaki anket sonucu Steel “ Dünyanın En Etkili Kadınlarından Biri ” ünvanını kazanmıştır.
Steel’in yayınlanmış olan yirmi üç romanının arasında yeni satışa sunulan Zoya’yı ve yine En Çok Satan Kitaplar listelerine giren diğer eserlerini, Kaleidoscope, Fine Things (Acı Yıllar), Wanderlust (Sevgi Yolu), Secrets (Sırlar), ve Family Album (Aile Albümü) sayılabilir. ABC-TV Şirketi 1986 Şubat döneminde yine Steel’in En Çok Satan Kitaplar listesine giren Crossing (Sevmek Zamanı) adlı romanından uyarlanan başarılı bir mini dizi yayınlanmıştır.
Yazar son olarak 1986’ da Guinness Dünya Rekorları kitabına geçmiştir. Bunun nedeni kitaplarından en aşağı birinin The New York Times listesinde devamlı olarak 225 hafta kalmasıydı.
DANIELLE STEEL
Sonunda noel gelir. Hep birlikte mutlu bir noel geçirirler. Noelden bir kaç gün sonra Annie hastalanır ve yatağa düşer. Liz akşam doktoru çağırır. Doktor akşam eve gelir ve Annie’in hastalığının soğuk algınlıgı olduğunu söyler. O akşam Liz’in gözüne uyku girmez. Sabah kalktığında Annie’nin ateşi dahada artmış ve sık sık nefes almaya başlamıştır. Hemen hastaneye giderler; ama artık çok geçtir. Annie ölmüştür. Bütün aile birbirini sorumsuzlukla suçlamaktadır. John artık işinden geç vakitte dönmeye; Tommy okulu asmaya ve Liz’de hiçbirşeyle ilgilenmemeye başlar. Evde kimse birbiriyle konuşmamaktadır. Tommy’nin dersleri düşmüştür, öğretmenleri ondan şikayetçi olmamasına rağmen halinden pekde memnun değillerdir. Tommy daha 16 yaşındadır.
Maribeth’de 16 yaşında bir kızdır. Babasının baskısıyla bazı şeylerden yoksun bırakılmıştır. Maribeth’in babası, Bert çok huysuz ve inatçı, eski kafalı biridir. Ailede herkesin öyle olmasını istemektedir. Annesi, Margaret kendi halinde ne denilirse yapan biridir. Abisi, Ryan ise tıpatıp babasına benzemektedir. Maribeth bir gün bir partiye gider ve babası ona partide nasıl davranması gerektiğini neler yapıp yapmaması gerektiğini söyler. Akşam erkek arkadaşı onu almaya gelir ve partiye giderler. Erkek arkadaşı onunla partide ilgilenmez ve hemen içkiye koyulur. Kısa süredede sarhoş olur. Maribeth biraz hava almak için dışarı çıkar ve orada okulun en yakışıklı çocugu olan Paul’u görür. Konuşmaya başlarlar. Paul, Maribeth’e isterse onu gezdirebileceğini söyler. Beraber bir yere gidip dans ederler ve arabayla gezme turuna çıkarlar. Paul arabayı ıssız bir yerde durdurur. Maribeth’e içki teklif eder. Maribeth dansın ve içkinin tesiriyle biraz bilincini yitirir ve cinsel ilişkiye girer. Maribeth artık kız değildir.
Daha sonra Paul onu bırakır. Maribeth artık evde oturup doğum vaktinin gelmesini bekler. Maribeth’in babası Bert, olayı öğrenince yapmadığını bırakmaz. Kızını gözlerden uzak bir doğum yapması, doğan çocuğun başkasına verilmesi için şehir dışında bir kiliseye gönderir. Maribeth kilisede kendi gibi doğum yapmak için gelen kadınları görür. Onların doğumda ve doğumdan sonra yaşadıklarını öğrenir ve dehşete kapılır. Hemen oradan çıkar. Bir otobüse binip daha uzaklara gitmek ister; ama elindeki parası onu ancak kiliseden dört beş kasaba uzaktaki bir yere kadar gidebilmesine imkan verir.
Maribeth bu kasabada inerek iş arar. Daha sonra bir lokantada iş bulur ve çalışmaya başlar. Çalışmalarına yoğun bir tempoda devam eden Maribeth kısa zamanda lokantadaki herkes tarafından sevilmeye başlar. Kocasının bir savaşta öldüğünü ve ondan hamile olduğu, yalanını herkese söyler. Lokantada çalışan diğer işçiler ve lokantanın sahibi ona inanır. Lokantaya her zaman aynı vakitte gelen bir gençle tanışır. Kısa zamanda arkadaş olurlar.
Lokantaya gelen genç Tommy’dir. Evde annesinin onunla ilgilenmemesinden ve yemekleri zamandında, bazı zamanlar hiç yapmadığından dolayı her zaman bu lokantaya gelir. Yemekleri burada yer. Lokantada kimsenin onun hakkında en ufak bir bilgisi bile yoktur. Maribeth’la arkadaşlıklarını ilerleten Tommy ona başından geçenleri ve neden bu kadar üzgün olduğunu anlatır. Maribeth ise ona başından geçenleri, hamile olduğunu bir türlü anlatamaz. Maribeth’in karnı giderek büyümeye başlar ve artık gizleyemez duruma gelir. Bunu farkeden Tommy ona bu olayın neden ve nasıl olduğunu sorar. Maribeth olayları başından ve tüm çıplaklığıyla anlatır. Tommy’nin arkadaşlığı kısa sürede bir aşka dönüşmeye başlar. Maribeth’e aşık olur.
Doğum zamanı gelmiştir. Kasabada bu iki genç doktor aramaya başlar. Tommy aile doktorlarına gitmeye karar verir. Bu nedenle annesinden doktorun telefon numarasını alır. Daha sonra doktordan randevu ister. Doktor onlara bu doğacak olan çocuğun kimin olduğunu sorar. Tommy hiç çekinmeden ‘ikimizin’ yanıtını verir. Doktor, Tommy’i bir yerden tanıyordur; ama çıkarmakta güçlük çekmektedir.
Tommy’nin doktora uğramasından bir kaç gün sonra Liz’de doktora yıllık muayenesini yaptırmak için gelir. Doktor ona oğlunun adını sorar. Daha sonra oğlunun buraya bir kızla geldiğini söyler ve onun ne zaman evlendiğini sorar. Liz bu sorunun cevabını vermekte güçlük çeker; ama oğlunun evli olmadığını söyler. Doktor, Liz’e gelen kızın hamile olduğunuda söyler. Liz hemen eve giderek Tommy’nin ne haltlar karıştırdığını öğrenmek ister. Tommy’i bularak ondan neler olduğunu anlatmasını ister. Tommy’de anlatır. Liz bunun çok yanlış bir davranış olduğunu; hemen bu oyundan vazgeçmesi gerektiğini Tommy’e söyler. Fakat Tommy kararını vermiştir birkere. Bu yolda sonuna kadar Maribeth’in yanında olduğunu; Maribeth’in öyle sanıldığı kadar kötü bir kız olmadığını; aksine çok iyi ve marifetli bir kız olduğunu annesine söyler. Liz bu konuyu babasına açmaya karar verir. Akşam olunca, john eve gelir. Liz, john’a herşeyi anlatır. Babası, Tommy’yi yanına çağırır. Tommy’den bu işten hemen vazgeçmesini ister; ama yine olumsuz bir yanıt alır. Babasınada, annesine söylediği gibi Maribeth’den bahseder. Tommy’nin Maribeth hakkında söylediklerinden ikiside çok etkilenir ve onunla tanışmak, onu tanımak isterler. Babası, Liz’inde onayını alarak onu eve davet etmesini söyler. Maribeth eve gelir ve koyu bir sohbet başlar. John ve Liz, Tommy’nin haklı olduğunu; hatta maribeth’in dahada iyi biri olduğunu anlarlar. Ona kısa zamanda alışırlar. Maribeth’in hafiften doğum sancıları başlamıştır. Bunu farkeden Liz ona nerede kaldığını sorar ve ‘istersen bizim evde kalabilirsin’ der. Maribeth önce itiraz edecek gibi olur; ama Tommy’ninde ısrarlarıyla bu teklifi kabul eder.
Aynı zamanda öğretmen olan Liz, Maribeth’in öğrenimine devam etmesini ister. Ona kitaplar getirerek dışarıdan sınavlara girmesini sağlar. Sınavlarda başarılı olan Maribeth bir üniversiteye gitmeye hak kazanır. Maribeth’in doğumuna az kalmıştır. Anne ve baba, Tommy’nin Maribeth’e olan sevgisinin farkına varmakta fazla gecikmezler.
Maribeth doğumdan sonra bebeğin başkasına verilmesi gerektiğini; aksi takdirde eve gitmesinin imkansız olduğunu söyler. Liz ve john onu evlatlık olarak alabileceklerle bağlantı kurmaya başlarlar. Maribeth’in kafasında bebeği Liz ve John’a vermek gibi bir düşünce vardır. Liz’e düşündüklerini söyler. Liz çok şaşırmış; ve bir o kadarda heyecanlanmıştır. Bu konuyu John’la konuşması gerektiğini söyler ve konuşur. John, Liz’e eğer sende istersen neden olmasın der. Maribeth’in onlara sunduğu bu güzel armağanı kabul ederler. Sonunda Maribeth bir kız çocuk dünyaya getirir. Bu çocuk aynı Annie’ye benzediğinden Liz, John ve Tommy hayretler içinde kalırlar. Aynı zamanda çok sevinirler. Bu bebek onlar için, Tanrı tarafından gönderilmiş bir armağandır. Maribeth’in ayrılma vakti gelmiştir. Onlarla vedalaşarak en kısa zamanda geleceğini söyler ve ayrılır.
Yazar Hakkında
Danielle Steel Amerika ve dünyanın en tanınmış yazarlarından birisidir. Steel Fransa’da eğitim görmüş, reklamcılık ve halkla ilişkiler alanında çalışmış ve yazarlık konusunda çok çabalamıştır. Sonunda istediği gibi bir yazar olmuştur. Mesleğini çok ciddiye alarak yapar. Bazen bir konuyu iki üç yıl araştırdığı olur. Annesiyle babası Alman ve Portekizli olan Steel Avrupa’da yetişmiştir. Yabancı ülkeler ve diller her zaman yaşamında büyük rol oynamıştır. İspanyolca ve Fransızcayı kusursuzca konuşan Steel çok çekingen bir kadındır. Yaşamını saran o görünüşte ışıltılı ve ayrıntılara rağmen, kocası ve çocuklarıyla birlikte sakin bir yaşam sürmektedir.
Danielle Steel yazarlığı dışında, Amerika Kütüphanecilik Birliğinin yönetim kurulu başkanlığınıda yapmıştır.1981’de üniversite eöğrencileri tarafından yapılan ülke çapındaki anket sonucu Steel “ Dünyanın En Etkili Kadınlarından Biri ” ünvanını kazanmıştır.
Steel’in yayınlanmış olan yirmi üç romanının arasında yeni satışa sunulan Zoya’yı ve yine En Çok Satan Kitaplar listelerine giren diğer eserlerini, Kaleidoscope, Fine Things (Acı Yıllar), Wanderlust (Sevgi Yolu), Secrets (Sırlar), ve Family Album (Aile Albümü) sayılabilir. ABC-TV Şirketi 1986 Şubat döneminde yine Steel’in En Çok Satan Kitaplar listesine giren Crossing (Sevmek Zamanı) adlı romanından uyarlanan başarılı bir mini dizi yayınlanmıştır.
Yazar son olarak 1986’ da Guinness Dünya Rekorları kitabına geçmiştir. Bunun nedeni kitaplarından en aşağı birinin The New York Times listesinde devamlı olarak 225 hafta kalmasıydı.
DANIELLE STEEL
Mavi Tüy
Rıchard isteyenlere uçma zevkini tattırak para kazanan, eski çift kanatlı bir uçağın pilotuydu.Uçağıyla değişik yerleri gezerek müşteri buluyordu. Gene müşteri bulmak için gittiği Ferris’te DonaldShimoda adında kendisiyle aynı işi yapan bir pilotla tanıştı. Donald daha önce tanıdığı insanlardan çok farklıydı. Kullandığı uçak çok eski yapım olmasına rağmen sanki henüz alınmış kadar yeniydi. Donald’la tanışıp arkadaş oldular. Donald, tanıyanların Tamirci Mesih dedikleri, bir gün yirmi-beş bin kişinin gözü önünde kayboldu. Richard bunu gazetede okumuştu.
Donald mesihlikten istifa ettiğini söyledi. Kendisine ait insanlaran mucize dediği, ama ona göre sıradan olan bazı yetenekleri vardı. Richard’la gezerken bunların bazılarını kullanıyordu.Donald ınsan düşündüğünde, yapabileceğine inandığında mucize denen şeyleri yapabileceğini söylüyodo. Bunu göstermek için gölün ortasına bir anahtar attı. Şu anda gölün sanki bir kara parçası olduğuna inandığını söyledi.Suyun üstünde yürüyerek anahtarı getirdi. Richard’dan da bunu yapmasını istedi. Richard gölü sanki toprakmış gibi düşündü ve suyun üstünde yürüdü. Daha sonra toprağıda su olarak düşündü. Toprağa çıktığında batmaya boşladı.Donald dan yardım istedi o da toprağı tekrar toprak olarak düşünmesi gerektiğini söyledi. Richard batmaktan kurtuldu.
Richard ona daima sorular soruyordu ama bazen istediği cevabı alamıyodu.Bunun için doğru soruyu sorması gerekiyordu.Zamanla bunu öğrendi.Artık istediği şeyi önce düşünüyor daha sonra soruyordu. Donald kararsız kaldığı zamanlarda kullandığı kıtabı Richard’a verdi. Ne zaman kararsız kalırsa kıtabı açmasını; açtığı sayfada ihtiyacı olan bilgiyi orada bulabileceğini söyledi. Richard gerektiğinde kitabı kullanıyordu ve artık mucize diye birşeyin olmadığını biliyordu.
Arkadaşlıkları bir müddet bu şekilde sürdü. Richard dostundan her şeyi öğrendi ve artık o da bir mesih oldu zevk aldıkça bunu sürdüreceğini söyledi.Bir gün avcının biri Donald’ı vurdu ve kaçmaya başladı. Richard onu kovalamak yerine Donald’ın yanına koştu. Ölmüştü. Bir an ne yapacağına karar veremedi,Donald’ın ölebileceğine inanmıyordu. Kitabını açtı, orada ‘Bu kitaptaki her şey yalan olabilir.’ yazıyordu. Yolculuğuna devam etti . Bir gün Donald’ rastladı artık yağ içinde bir uçağı vardı. Richard’a mesihlikte şans dileyip ayrıldı. Richard Donald hakkında yazmaya başladı. ‘yeryüzüne İndiana’nın kutsal topraklarında doğup Fort Wayne’ingizemli tepelerinde yetişmiş bir Usta gelmişti…’.
RICHARD BACH
Donald mesihlikten istifa ettiğini söyledi. Kendisine ait insanlaran mucize dediği, ama ona göre sıradan olan bazı yetenekleri vardı. Richard’la gezerken bunların bazılarını kullanıyordu.Donald ınsan düşündüğünde, yapabileceğine inandığında mucize denen şeyleri yapabileceğini söylüyodo. Bunu göstermek için gölün ortasına bir anahtar attı. Şu anda gölün sanki bir kara parçası olduğuna inandığını söyledi.Suyun üstünde yürüyerek anahtarı getirdi. Richard’dan da bunu yapmasını istedi. Richard gölü sanki toprakmış gibi düşündü ve suyun üstünde yürüdü. Daha sonra toprağıda su olarak düşündü. Toprağa çıktığında batmaya boşladı.Donald dan yardım istedi o da toprağı tekrar toprak olarak düşünmesi gerektiğini söyledi. Richard batmaktan kurtuldu.
Richard ona daima sorular soruyordu ama bazen istediği cevabı alamıyodu.Bunun için doğru soruyu sorması gerekiyordu.Zamanla bunu öğrendi.Artık istediği şeyi önce düşünüyor daha sonra soruyordu. Donald kararsız kaldığı zamanlarda kullandığı kıtabı Richard’a verdi. Ne zaman kararsız kalırsa kıtabı açmasını; açtığı sayfada ihtiyacı olan bilgiyi orada bulabileceğini söyledi. Richard gerektiğinde kitabı kullanıyordu ve artık mucize diye birşeyin olmadığını biliyordu.
Arkadaşlıkları bir müddet bu şekilde sürdü. Richard dostundan her şeyi öğrendi ve artık o da bir mesih oldu zevk aldıkça bunu sürdüreceğini söyledi.Bir gün avcının biri Donald’ı vurdu ve kaçmaya başladı. Richard onu kovalamak yerine Donald’ın yanına koştu. Ölmüştü. Bir an ne yapacağına karar veremedi,Donald’ın ölebileceğine inanmıyordu. Kitabını açtı, orada ‘Bu kitaptaki her şey yalan olabilir.’ yazıyordu. Yolculuğuna devam etti . Bir gün Donald’ rastladı artık yağ içinde bir uçağı vardı. Richard’a mesihlikte şans dileyip ayrıldı. Richard Donald hakkında yazmaya başladı. ‘yeryüzüne İndiana’nın kutsal topraklarında doğup Fort Wayne’ingizemli tepelerinde yetişmiş bir Usta gelmişti…’.
RICHARD BACH
Beyaz Gemi
Onun iki masalı vardı. Biri kendisinindi ve başka kimse bilmezdi. Ötekini ise dedesi Kıvrak Mümin anlatmıştı ona. Şimdi ben bunlardan söz edeceğim.
Çocuğun yaşadığı yerde üç aile otururdu. Ailelerden biri çocukları olmayan teyzesi ve bakmakla sorumlu oldukları ormanın gerçek görevlisi Orozkul enişteydi. Diğer aile ise Orozkulun emrinde çalışan Seydahmet ve ailesiydi. Çocuk dedesi ve üvey annannesiyle yaşıyordu. Babası ve annesi ayrılmış ve şehre taşınmışlardı. İkside yeniden evlenip, eşleriyle yeni çocuklar yapmışlardı. Çocuğun duyduklarına göre, babası Beyaz Gemi’de çalışıyordu. Bu yüzden çocuk sürekli dürbününü alıp tepeye çıkar ve Beyaz gemiyi izleyip balık olma hayalleri kurardı.
Çocuk yedi yaşını doldurmuş sekizine basıyordu. Dedesi ona, ‘Maşin-Mağaza’ denilen otomobiliyle, dağlarda sürü besleyenlere öteberi satmak için dolaşan ve bazende çocuğun yaşadığı San-Taş vadisine gelen satıcıdan bir okul çantası aldı. Çünkü çocuk gelecek yıl okula gidecekti. Yaşadıkları yere en yakın okul beş kilometre uzaktaki bir okuldu. Dedesi onu her gün okula atla götürüp sonra geri getirirdi.
Yaşadıkları yerin tek çocuğu olduğu için arkadaşları taşlar, çiçekler, dürbünü, çantası ve çok sevdiği dedesiydi.
Dedesi ona hep Boynuzlu ;Maral Ana’ nın soyundan geldiklerini söyler ve masalını anlatırdı. Çok eskiden olmuş bu olay. Sibirya’ da Enesay(Yenisey) Nehri kıyısında, bir Kırgız kabilesi yaşarmış. Bir gün, Enesay Nehri kıyısında Kırgızlar ölen yaşlı başbuğlarının cenaze törenini yapıyorlarmış. Kıgızların bütün çadırları nehir boyunca dizilimiş. Hiç beklenmedik olay işte o zaman olmuş. Enesaylılar birbirleriyle ne kadar kanlı bıçaklı ourslarsa olsunlar, bir cenaze töreninde komşularına saldırmazlardı. Ama o gün, düşman komşulardan biri, hiç görünmeden Kırgız Ordugâhını kuşatmıştı. Birden ve her yandan hücuma geçtiler. Hiçbir Kırgız atına binecek, kılıç kuşanacak vakit bulamadı. Hiçbiri sağ kalıp bu olayı hatırlamasın, kalleşliklerini duyurmasın ve öc almaya kalkışmasın istiyorlardı. İşte böyle yaptılar…Yaptılar ama…
Zengin ganimetlerle çekilen düşman askerleri ormanda büyüklerin sözünü dinlemeyip oyun oynamaya giden iki çocuğu fark edememişlerdi. Çocuklar ağlaya ağlaya ata baba yurduna döndüler. Ama tek canlıya rastlamadılar.
Korkudan ne yapacaklarını bilmeyen çocuklar, ağlaya ağlaya düşmanlarının arkasından koştular. Çocuklar en sononunda düşmanın yanına vardığında, düşman hükümdarı çocukların uçurumdan nehre atılması için yaşlı bir kadına görev verdi. Boynuzlu Maral Ana, çocukları ona vermesi için kadına yalvardı. Ve onları çok uzaklara götüreceğine dair söz verdi.
Maral Ana çoocukları alıp çocuğun yaşadığı San-Taş vadisine getirdi. Burada çocuklar büyüyüp soylarını devam ettirdi. Bu insanlarca marallar kutsal sayılıyordu. Ama zaman ilerledikçe gözü dönen insanlar maralları atalarının mezarlarına, kutsal maral boynuzu koymak için öldürmeye başladılar. Kısa sürede maralların soyu o bölgede tükendi. İnsanlara darılan Maral Ana uzaklara gitti.
Orozkul bir gün birisine kereste vermek için söz vermişti. Kaynatası Mümin ile ağacı getirirken marallara rastladılar. Bu Mümin için çok önemli bir olay olmasına rağmen, açgözlü Orozkul için hiçbir şey ifade etmiyordu. Ağacı indiriken çok gecikmişlerdi. Çayı geçecekleri zaman ağaç kayaların arasına sıkıştı ve Mümin ağacı orada bırakmalarını istedi. Aksi Orozkul böyle birşeyin imkansız olduğunu söyledi ve Mümin’e torunu okuldan getirmesi için izin vermedi. O zamana kadar kimseye karşı gelmeyen Mümin torununu daha fazla bekletemeyeceğini söyledi ve çocuğu okuldan almaya gitti. Çocukla karşılaştıklarında çocuk dedesine çok kızmıştı ama dedesi maralların geldiğini söyleyince tekrar barıştılar.
Eve döndüklerinde Orozkul çok sinirlenmiş ve teyzesi Bekey halayı evden kovmuş ve Mümin’ i işten atmıştı.
Ertesi gün adam ağacı almak için bir kamyonla vadiye geldi. Mümin kendini affettirmek ve karısının ısrarı ve kızının mutluluğu iiçn onlarla birlikte gitti. O gün çocuk hastalanmış evde yatıyordu. Adamlar maralları görünce iştahları kabardı ve onlala ziyafet çekmeye karar verdiler. Torununun ve kızının geleceğini düşünen Mümin Ana Maralı vurmak zorunda kaldı. Maralların vurulduğunu gören çocuk dedesi de
fenalaşınca, nahre atlayıp balık olmak istedi. Ama hiçbir zaman balık olamayacağını bilmiyordu!
Yazar Hakkında
Yazar yaşayan büyük Türk yazarlarının önde gelenlerindendir. Kırgız Türkü olan yazarın diğer eserleri; Aişi Kurdun Rüyaları, Cemile, Sultunmurat, Yıldırım Sesli Manascı, Yüzyüze, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek
Beyaz Gemi
Yazarı
Cengiz Aytmatov
Çocuğun yaşadığı yerde üç aile otururdu. Ailelerden biri çocukları olmayan teyzesi ve bakmakla sorumlu oldukları ormanın gerçek görevlisi Orozkul enişteydi. Diğer aile ise Orozkulun emrinde çalışan Seydahmet ve ailesiydi. Çocuk dedesi ve üvey annannesiyle yaşıyordu. Babası ve annesi ayrılmış ve şehre taşınmışlardı. İkside yeniden evlenip, eşleriyle yeni çocuklar yapmışlardı. Çocuğun duyduklarına göre, babası Beyaz Gemi’de çalışıyordu. Bu yüzden çocuk sürekli dürbününü alıp tepeye çıkar ve Beyaz gemiyi izleyip balık olma hayalleri kurardı.
Çocuk yedi yaşını doldurmuş sekizine basıyordu. Dedesi ona, ‘Maşin-Mağaza’ denilen otomobiliyle, dağlarda sürü besleyenlere öteberi satmak için dolaşan ve bazende çocuğun yaşadığı San-Taş vadisine gelen satıcıdan bir okul çantası aldı. Çünkü çocuk gelecek yıl okula gidecekti. Yaşadıkları yere en yakın okul beş kilometre uzaktaki bir okuldu. Dedesi onu her gün okula atla götürüp sonra geri getirirdi.
Yaşadıkları yerin tek çocuğu olduğu için arkadaşları taşlar, çiçekler, dürbünü, çantası ve çok sevdiği dedesiydi.
Dedesi ona hep Boynuzlu ;Maral Ana’ nın soyundan geldiklerini söyler ve masalını anlatırdı. Çok eskiden olmuş bu olay. Sibirya’ da Enesay(Yenisey) Nehri kıyısında, bir Kırgız kabilesi yaşarmış. Bir gün, Enesay Nehri kıyısında Kırgızlar ölen yaşlı başbuğlarının cenaze törenini yapıyorlarmış. Kıgızların bütün çadırları nehir boyunca dizilimiş. Hiç beklenmedik olay işte o zaman olmuş. Enesaylılar birbirleriyle ne kadar kanlı bıçaklı ourslarsa olsunlar, bir cenaze töreninde komşularına saldırmazlardı. Ama o gün, düşman komşulardan biri, hiç görünmeden Kırgız Ordugâhını kuşatmıştı. Birden ve her yandan hücuma geçtiler. Hiçbir Kırgız atına binecek, kılıç kuşanacak vakit bulamadı. Hiçbiri sağ kalıp bu olayı hatırlamasın, kalleşliklerini duyurmasın ve öc almaya kalkışmasın istiyorlardı. İşte böyle yaptılar…Yaptılar ama…
Zengin ganimetlerle çekilen düşman askerleri ormanda büyüklerin sözünü dinlemeyip oyun oynamaya giden iki çocuğu fark edememişlerdi. Çocuklar ağlaya ağlaya ata baba yurduna döndüler. Ama tek canlıya rastlamadılar.
Korkudan ne yapacaklarını bilmeyen çocuklar, ağlaya ağlaya düşmanlarının arkasından koştular. Çocuklar en sononunda düşmanın yanına vardığında, düşman hükümdarı çocukların uçurumdan nehre atılması için yaşlı bir kadına görev verdi. Boynuzlu Maral Ana, çocukları ona vermesi için kadına yalvardı. Ve onları çok uzaklara götüreceğine dair söz verdi.
Maral Ana çoocukları alıp çocuğun yaşadığı San-Taş vadisine getirdi. Burada çocuklar büyüyüp soylarını devam ettirdi. Bu insanlarca marallar kutsal sayılıyordu. Ama zaman ilerledikçe gözü dönen insanlar maralları atalarının mezarlarına, kutsal maral boynuzu koymak için öldürmeye başladılar. Kısa sürede maralların soyu o bölgede tükendi. İnsanlara darılan Maral Ana uzaklara gitti.
Orozkul bir gün birisine kereste vermek için söz vermişti. Kaynatası Mümin ile ağacı getirirken marallara rastladılar. Bu Mümin için çok önemli bir olay olmasına rağmen, açgözlü Orozkul için hiçbir şey ifade etmiyordu. Ağacı indiriken çok gecikmişlerdi. Çayı geçecekleri zaman ağaç kayaların arasına sıkıştı ve Mümin ağacı orada bırakmalarını istedi. Aksi Orozkul böyle birşeyin imkansız olduğunu söyledi ve Mümin’e torunu okuldan getirmesi için izin vermedi. O zamana kadar kimseye karşı gelmeyen Mümin torununu daha fazla bekletemeyeceğini söyledi ve çocuğu okuldan almaya gitti. Çocukla karşılaştıklarında çocuk dedesine çok kızmıştı ama dedesi maralların geldiğini söyleyince tekrar barıştılar.
Eve döndüklerinde Orozkul çok sinirlenmiş ve teyzesi Bekey halayı evden kovmuş ve Mümin’ i işten atmıştı.
Ertesi gün adam ağacı almak için bir kamyonla vadiye geldi. Mümin kendini affettirmek ve karısının ısrarı ve kızının mutluluğu iiçn onlarla birlikte gitti. O gün çocuk hastalanmış evde yatıyordu. Adamlar maralları görünce iştahları kabardı ve onlala ziyafet çekmeye karar verdiler. Torununun ve kızının geleceğini düşünen Mümin Ana Maralı vurmak zorunda kaldı. Maralların vurulduğunu gören çocuk dedesi de
fenalaşınca, nahre atlayıp balık olmak istedi. Ama hiçbir zaman balık olamayacağını bilmiyordu!
Yazar Hakkında
Yazar yaşayan büyük Türk yazarlarının önde gelenlerindendir. Kırgız Türkü olan yazarın diğer eserleri; Aişi Kurdun Rüyaları, Cemile, Sultunmurat, Yıldırım Sesli Manascı, Yüzyüze, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek
Beyaz Gemi
Yazarı
Cengiz Aytmatov
Güneş Ülkesi
Güneş ülkesi Campanella’nın günün birinde gerçekleşeceğini düşündüğü bir devlet tasarısıdır. Genel hatları ile campanella bu kitapta bütün kötülüklerin ve haksızlıkların kaynağını; insanın kendisinden başkasını düşünmemesinde, dünya malını benim senin diye paylaşmasında buluyor. Campanellaya göre; insanlar genel yarar kaygısından uzak oldukları sürece kendilerinden başkasını düşünmezler. Oysa; toplum halinde birbirlerine bağlanan insanların amacı genel yarar olmalıdır. Campanella bu kitapta; özel çıkarları kaldırdığımzda ortada toplum yararından başka birşey kalmayacağını ve bencil davranışların eninde sonunda toplum güçlerinin çatışmasına yol açacağına inanmaktadır. Onun için, Güneş ülkesinde herşey devlete ve genel yarara hizmet etmelidir. Bu da sosyalizmin temelini oluşturmaktadır.
Güneş ülkesinde dayanışma bilinci ve topluma yararlı olma isteği vardır. Bunun bir sonucu olarak da güneş ülkesinde özel mal mülk olmamaktadır. Campanella, Romalıların ve ilk Hristiyanlar zamanındaki rahiplerin yurtları ve toplulukları uğruna seve seve savaştıklarını ve mal mülk düşüncesinden uzak durduğunu gösterek bir gün Güneş ülkesinin gerçekleşebileceğine inamaktadır. Ayrıca Güneş ülkesinde çalışma bir angarya olmaktan çıkmış , bir zevk halini almıştır. Aylaklık ayıp yüz kızartıcı birşeydir.
Güneş ülkesinde mal mülk ortaklığının yanında, kadın ortaklığı da vardır. Güneş ülkesinde bu kadın ortaklığı Platonda olduğu gibi sadece yöneticiler için değil, tüm toplum içindir. Bu ortaklığın amacı; kan bağıyla herkesi birbirine sıkı sıkıya bağlamak, kıskançlıkların, kinlerin önünü almaktır. Ayrıca bunun temelinde Campanella’nın soyun üremesine ve çocuk eğitimine verdiği önemde yatmaktadır. Fakat; Güneş ülkesinde bu kadın ortaklığının birgün bırakılacağına inanılmaktadır.
Güneş ülkesinde en büyük yönetici bir başrahip olan Hoh’dur. Gerek dünya işlerinin , gerekse ahiret işlerinin başı odur. Yetkisi mutlaktır, verdiği yargılar kesindir, kimse ses çıkarmaz onlara. Hoh’un Güç, Akıl ve Sevgi adlı eşit yetkide üç yardımcısı vardır. Güç; barış ve savaşla ilgili bütün işleri yönetir, yani;askerlik işlerinde ki en yüksek yetkili kişi odur. Aklın görevi ise, serbest mesleklerin, bilim adamlarının, eğitim işlerinin ve okulların yönetimidir. Sevgi’nin görevi ise; üreme işleridir.
Ayrıca; Güneş kentte bütün diller öğrenilir. Dünya’nın dört bir yanına elçiler salınır; çeşitli ulusların töreleri, yolları, yasaları, tarihleri öğrenilir. Güneş ülkelilere göre, insanın bir evi, bir karısı, ve kendi çocukları oldu mu mal mülk derdine düşer. Bencillik bundan doğar, ve böylece Güneş ülkeliler bencilliğin amacını ortadan kaldırmakla onu yok etmişler ve yerine ortak yaşama sevgisini koymuşlardır. Onlara göre; yurt sevgisi, kişisel çıkardan vazgeçildiği ölçüde artar.
Güneş kentliler birbirlerine kardeş derler. Yirmiikisini aşanlara baba, bu yaştan aşağı olanlara da oğul denir. Gurur; onlarca kusurların en ürküncüdür. Gurur taslayan kimse en sert cezalara çarptırılır. Güneş ülkelilere göre, yoksulluk insanları alçaltır, serseriliğe götürür, onlarda yurt sevgisini azaltır. Zenginlikse; insanları gurura, cahilliğe, küstahlığa, palavracılığa, bencilliğe götürür. Oysa herşeyin ortak olduğu Güneş ülkesinde, herkes aynı zamanda hem zengin, hem yoksuldur. Zengindir; çünkü kent bütün ihtiyaçlarını karşılar. Fakirdir; çünkü kimsenin özel mal mülkü yoktur. Güneş kentliler mala mülke köle olmazlar, sadece yararlanırlar onlardan.
Güneş ülkelilere göre, dinliler dinden uzaklaşıyorsa, din kurallarının sıklığından değil, daha çok dinsizlerle düşüp kalktıkları, şan şeref peşine düştükleri, mal mülk sevdasına, ten isteklerine kapıldıkları için uzaklaşıyorlar.
Güneş ülkelilerin yemek bakımından uydukları kural şudur; bir gün et, bir gün balık, bir gün sebze yerler. Dördüncü gün, mideleri yorulmasın ve organizma güçsüz duruma düşmesin diye yeniden ete dönerler. Sindirimi en kolay besinleri yaşlılara ayırırlar. Amaçoğunluk, günde iki öğün, çocuklarsa doktorların öğütleri gereğince dört öğün yerler. Güneş ülkeliler genel olarak, yüzyıl yaşarlar, iki yüzyıl yaşayanlarda vardır.
Güneş ülkesinde cinsel istekleri aşırı olan bazı erkeklerin, tabiata aykırı yollara sapmalarını önlemek için, belli bir yaştan öncede kadınlarla yatmalarına izin verilir. Yalnız bu kadınların gebe, ya da kısır olması gerekir. Cinsel sapıklık yaparken yakalananlar, ağır cezalara çarptırılır. Bu ceza idama kadar gidebilir.
Güneş ülkelilere göre; savaşın amacı düşmanı yoketmek değil, daha iyi hale getirmektir. Devletin, dinin ve insanlığın düşmanlarına karşı acımadan savaşırlar. Güneş kent ordusunu, hepsi de savaş hilesi bakımından usta olan beş, sekiz ya da on komutan yönetir. Bunlar savaş işlerini görüşmek için toplanır ve aldıkları karara göre birliklerine kumanda ederler. Düşmanın önünden ilk kaçanlar ölüm cezasına çarptırılırlar. Ancak bütün ordu bağışlanmalarını ister, ve teker teker suçu paylaşırlarsa, ölümden kurtulabilirler.
Campanella yeni bir altın çağın doğacağına ve bunun da Güneş ülkesi gibi bir devlet düzeniyle gerçekleşeceğine inanmaktadır.
ANA FİKİR : İnsanların hiçbir zaman umutlarını kaybatmemelerinin gerektiğini, herşeyin dönüp dolaşıp eski yerine geldiği gibi, geçmişte yaşanan bazı güzelliklerin ileride de olabileceğini, insanların yararları, mutluluğu ve ahlakı paylaştığı zaman dünyanın bir cennet olabileceğini, azgın kör sevgiler yerine uyanık, temiz sevgilerin gelebileceğini, yalan dolan, bilgisizlik ve zorbalığın yerine, gerçek bilgi ve kardeşliğin gelebileceğini savunuyor.
Tommasa Campanella
Tommasa campanella, düşüncelerini yirmi yedi yıllık hapis hayatıyla ödemiş bir düşünce kahramanıdır. Onun yaşadığı dönem, Avrupa katolik dünyasının parçalanmaya başladığı, modern dünyayı hazırlayan politik, ekonomik ve kültürel olayların oluştuğu döneme rastlar.
Campanella, İtalya’da Calabria bölgesinde Stilo kasabasında dünyaya geliyor. Daha küçük yaştan, üstün zekası ve okumaya olan aşırı tutkunluğuyla dikkati çekiyor. On üç yaşında çeşitli konular üstüne şiirler yazıyor, uzun uzun söylevler veriyor. On beş yaşında Cosenza dominiken manastırına giriyor ve orada Aquino’lu ermiş Augustinus’un Somma Theologica’sını defalarca okuyor. Çok geçmeden manastırda okumadığı eser kalmıyor. Bilgiye olan susuzluğunu bir şiirinde şöyle dile getiriyor: ‘Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum… Anlayışım arttıkça, bilgim eksiliyor…’
Dinsel konulardan az zamanda bıkan campanella, felsefeye veriyor kendini. Büyük italyan filozofu Telesio’da aradığı önderi buluyor. Doğruyu kitaplardan çok, tabiatın gözleminde arayan Telesio’nun temel düşüncesi şuydu: Bilim soyut kavramlardan değil, gerçek varlıklardan yola çıkmalıdır; deney, bilimin başvurması gereken temel kuraldır.
Campanella yirmi iki yaşında ilk eserini yazıyor. Bu, Telesio’yu düşmanlara karşı savunmak ve Aristoteles felsefesini çürütmek amacıyla kaleme aldığı Philosophia sensibus demostratat’tır. Eser cizvitlerin saldırısına uğruyor. Sapkınlık ve büyücülükle suçlanan Campanella, Papa’nın emriyle Cosenza’dan ayrılıp Stilo’ya dönmek zorunda kalıyor. Stilo manastırında boş vakitlerini okumak, bilgisini arttırmakla değerlendiren Campanella, çok geçmeden ‘bu dar ve karanlık hapishaneden’ kaçıyor. On yıl, İtalya’yı baştan başa dolaşıyor. Venedik’te Galile’yle, daha birçok tarihçi ve filozofla tanışıyor. Uğradığı yerlerde, alışılmış düşüncelerle, kör inançlarla savaşıyor. İtalya’nın hemen bütün büyük kentlerini gördükten sonra, savaşkan ve kararlı, Stilo’ya dönüyor.
Campanella’nın hayat dramı burada başlıyor. 1600’larda bütün güney İtalya, İspanya’nın bir sömürgesi haline gelmişti. Özellikle Calabria bölgesi, din adamlarının elinde daha da yoksullaşmıştı. Bir yandan engizisyon vahşeti, bir yandan yoksulluk, toplumsal isteklere yol açmaktaydı. Kültür merkezleri olan kitaplıklar ve akademiler kapatılmıştı. Serbest düşünce manastırlarda barınabiliyordu ancak.
Yurdunu ispanyol boyunduruğundan kurtarmayı düşünen campanella bir ayaklanma tertiplemeye başlıyordu. Ama, ayaklanma önceden haber alınarak önleniyor ve bir Türk gemisine kaçmak üzere anlaştığı bir kayıkçıyı bekleyen campanella bir kulübede yakalanarak Napoli’ye götürülüyor. Atıldığı hapishanede korkunç işkencelere uğruyor.
Campanella’nın hapis hayatı 1626’da sona eriyor. İspanya kralı Philip’in ölümünden sonra(1621), papa Urbanus’un beş yıl süren çabasıyla serbest bırakılıp Roma’ya gidiyor. Çok geçmeden, pusuda bekleyen düşmanlarının saldırısına uğruyor ve Fransız elçisinin yardımıyla Fransa’ya kaçıyor. Kardinal Richelieu ve Louis’den yakınlık ve yardım gören Campanella ömrünün geri kalan kısmını Paris’te dominken manastırında sessiz ve rahat geçiriyor. 1639’da, yetmiş bir yaşında ölüyor.
Kitabın Adı: Güneş Ülkesi
Yazar : Tommasa Campanella
Güneş ülkesinde dayanışma bilinci ve topluma yararlı olma isteği vardır. Bunun bir sonucu olarak da güneş ülkesinde özel mal mülk olmamaktadır. Campanella, Romalıların ve ilk Hristiyanlar zamanındaki rahiplerin yurtları ve toplulukları uğruna seve seve savaştıklarını ve mal mülk düşüncesinden uzak durduğunu gösterek bir gün Güneş ülkesinin gerçekleşebileceğine inamaktadır. Ayrıca Güneş ülkesinde çalışma bir angarya olmaktan çıkmış , bir zevk halini almıştır. Aylaklık ayıp yüz kızartıcı birşeydir.
Güneş ülkesinde mal mülk ortaklığının yanında, kadın ortaklığı da vardır. Güneş ülkesinde bu kadın ortaklığı Platonda olduğu gibi sadece yöneticiler için değil, tüm toplum içindir. Bu ortaklığın amacı; kan bağıyla herkesi birbirine sıkı sıkıya bağlamak, kıskançlıkların, kinlerin önünü almaktır. Ayrıca bunun temelinde Campanella’nın soyun üremesine ve çocuk eğitimine verdiği önemde yatmaktadır. Fakat; Güneş ülkesinde bu kadın ortaklığının birgün bırakılacağına inanılmaktadır.
Güneş ülkesinde en büyük yönetici bir başrahip olan Hoh’dur. Gerek dünya işlerinin , gerekse ahiret işlerinin başı odur. Yetkisi mutlaktır, verdiği yargılar kesindir, kimse ses çıkarmaz onlara. Hoh’un Güç, Akıl ve Sevgi adlı eşit yetkide üç yardımcısı vardır. Güç; barış ve savaşla ilgili bütün işleri yönetir, yani;askerlik işlerinde ki en yüksek yetkili kişi odur. Aklın görevi ise, serbest mesleklerin, bilim adamlarının, eğitim işlerinin ve okulların yönetimidir. Sevgi’nin görevi ise; üreme işleridir.
Ayrıca; Güneş kentte bütün diller öğrenilir. Dünya’nın dört bir yanına elçiler salınır; çeşitli ulusların töreleri, yolları, yasaları, tarihleri öğrenilir. Güneş ülkelilere göre, insanın bir evi, bir karısı, ve kendi çocukları oldu mu mal mülk derdine düşer. Bencillik bundan doğar, ve böylece Güneş ülkeliler bencilliğin amacını ortadan kaldırmakla onu yok etmişler ve yerine ortak yaşama sevgisini koymuşlardır. Onlara göre; yurt sevgisi, kişisel çıkardan vazgeçildiği ölçüde artar.
Güneş kentliler birbirlerine kardeş derler. Yirmiikisini aşanlara baba, bu yaştan aşağı olanlara da oğul denir. Gurur; onlarca kusurların en ürküncüdür. Gurur taslayan kimse en sert cezalara çarptırılır. Güneş ülkelilere göre, yoksulluk insanları alçaltır, serseriliğe götürür, onlarda yurt sevgisini azaltır. Zenginlikse; insanları gurura, cahilliğe, küstahlığa, palavracılığa, bencilliğe götürür. Oysa herşeyin ortak olduğu Güneş ülkesinde, herkes aynı zamanda hem zengin, hem yoksuldur. Zengindir; çünkü kent bütün ihtiyaçlarını karşılar. Fakirdir; çünkü kimsenin özel mal mülkü yoktur. Güneş kentliler mala mülke köle olmazlar, sadece yararlanırlar onlardan.
Güneş ülkelilere göre, dinliler dinden uzaklaşıyorsa, din kurallarının sıklığından değil, daha çok dinsizlerle düşüp kalktıkları, şan şeref peşine düştükleri, mal mülk sevdasına, ten isteklerine kapıldıkları için uzaklaşıyorlar.
Güneş ülkelilerin yemek bakımından uydukları kural şudur; bir gün et, bir gün balık, bir gün sebze yerler. Dördüncü gün, mideleri yorulmasın ve organizma güçsüz duruma düşmesin diye yeniden ete dönerler. Sindirimi en kolay besinleri yaşlılara ayırırlar. Amaçoğunluk, günde iki öğün, çocuklarsa doktorların öğütleri gereğince dört öğün yerler. Güneş ülkeliler genel olarak, yüzyıl yaşarlar, iki yüzyıl yaşayanlarda vardır.
Güneş ülkesinde cinsel istekleri aşırı olan bazı erkeklerin, tabiata aykırı yollara sapmalarını önlemek için, belli bir yaştan öncede kadınlarla yatmalarına izin verilir. Yalnız bu kadınların gebe, ya da kısır olması gerekir. Cinsel sapıklık yaparken yakalananlar, ağır cezalara çarptırılır. Bu ceza idama kadar gidebilir.
Güneş ülkelilere göre; savaşın amacı düşmanı yoketmek değil, daha iyi hale getirmektir. Devletin, dinin ve insanlığın düşmanlarına karşı acımadan savaşırlar. Güneş kent ordusunu, hepsi de savaş hilesi bakımından usta olan beş, sekiz ya da on komutan yönetir. Bunlar savaş işlerini görüşmek için toplanır ve aldıkları karara göre birliklerine kumanda ederler. Düşmanın önünden ilk kaçanlar ölüm cezasına çarptırılırlar. Ancak bütün ordu bağışlanmalarını ister, ve teker teker suçu paylaşırlarsa, ölümden kurtulabilirler.
Campanella yeni bir altın çağın doğacağına ve bunun da Güneş ülkesi gibi bir devlet düzeniyle gerçekleşeceğine inanmaktadır.
ANA FİKİR : İnsanların hiçbir zaman umutlarını kaybatmemelerinin gerektiğini, herşeyin dönüp dolaşıp eski yerine geldiği gibi, geçmişte yaşanan bazı güzelliklerin ileride de olabileceğini, insanların yararları, mutluluğu ve ahlakı paylaştığı zaman dünyanın bir cennet olabileceğini, azgın kör sevgiler yerine uyanık, temiz sevgilerin gelebileceğini, yalan dolan, bilgisizlik ve zorbalığın yerine, gerçek bilgi ve kardeşliğin gelebileceğini savunuyor.
Tommasa Campanella
Tommasa campanella, düşüncelerini yirmi yedi yıllık hapis hayatıyla ödemiş bir düşünce kahramanıdır. Onun yaşadığı dönem, Avrupa katolik dünyasının parçalanmaya başladığı, modern dünyayı hazırlayan politik, ekonomik ve kültürel olayların oluştuğu döneme rastlar.
Campanella, İtalya’da Calabria bölgesinde Stilo kasabasında dünyaya geliyor. Daha küçük yaştan, üstün zekası ve okumaya olan aşırı tutkunluğuyla dikkati çekiyor. On üç yaşında çeşitli konular üstüne şiirler yazıyor, uzun uzun söylevler veriyor. On beş yaşında Cosenza dominiken manastırına giriyor ve orada Aquino’lu ermiş Augustinus’un Somma Theologica’sını defalarca okuyor. Çok geçmeden manastırda okumadığı eser kalmıyor. Bilgiye olan susuzluğunu bir şiirinde şöyle dile getiriyor: ‘Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum… Anlayışım arttıkça, bilgim eksiliyor…’
Dinsel konulardan az zamanda bıkan campanella, felsefeye veriyor kendini. Büyük italyan filozofu Telesio’da aradığı önderi buluyor. Doğruyu kitaplardan çok, tabiatın gözleminde arayan Telesio’nun temel düşüncesi şuydu: Bilim soyut kavramlardan değil, gerçek varlıklardan yola çıkmalıdır; deney, bilimin başvurması gereken temel kuraldır.
Campanella yirmi iki yaşında ilk eserini yazıyor. Bu, Telesio’yu düşmanlara karşı savunmak ve Aristoteles felsefesini çürütmek amacıyla kaleme aldığı Philosophia sensibus demostratat’tır. Eser cizvitlerin saldırısına uğruyor. Sapkınlık ve büyücülükle suçlanan Campanella, Papa’nın emriyle Cosenza’dan ayrılıp Stilo’ya dönmek zorunda kalıyor. Stilo manastırında boş vakitlerini okumak, bilgisini arttırmakla değerlendiren Campanella, çok geçmeden ‘bu dar ve karanlık hapishaneden’ kaçıyor. On yıl, İtalya’yı baştan başa dolaşıyor. Venedik’te Galile’yle, daha birçok tarihçi ve filozofla tanışıyor. Uğradığı yerlerde, alışılmış düşüncelerle, kör inançlarla savaşıyor. İtalya’nın hemen bütün büyük kentlerini gördükten sonra, savaşkan ve kararlı, Stilo’ya dönüyor.
Campanella’nın hayat dramı burada başlıyor. 1600’larda bütün güney İtalya, İspanya’nın bir sömürgesi haline gelmişti. Özellikle Calabria bölgesi, din adamlarının elinde daha da yoksullaşmıştı. Bir yandan engizisyon vahşeti, bir yandan yoksulluk, toplumsal isteklere yol açmaktaydı. Kültür merkezleri olan kitaplıklar ve akademiler kapatılmıştı. Serbest düşünce manastırlarda barınabiliyordu ancak.
Yurdunu ispanyol boyunduruğundan kurtarmayı düşünen campanella bir ayaklanma tertiplemeye başlıyordu. Ama, ayaklanma önceden haber alınarak önleniyor ve bir Türk gemisine kaçmak üzere anlaştığı bir kayıkçıyı bekleyen campanella bir kulübede yakalanarak Napoli’ye götürülüyor. Atıldığı hapishanede korkunç işkencelere uğruyor.
Campanella’nın hapis hayatı 1626’da sona eriyor. İspanya kralı Philip’in ölümünden sonra(1621), papa Urbanus’un beş yıl süren çabasıyla serbest bırakılıp Roma’ya gidiyor. Çok geçmeden, pusuda bekleyen düşmanlarının saldırısına uğruyor ve Fransız elçisinin yardımıyla Fransa’ya kaçıyor. Kardinal Richelieu ve Louis’den yakınlık ve yardım gören Campanella ömrünün geri kalan kısmını Paris’te dominken manastırında sessiz ve rahat geçiriyor. 1639’da, yetmiş bir yaşında ölüyor.
Kitabın Adı: Güneş Ülkesi
Yazar : Tommasa Campanella
Adı Aylin
Aylin, Amerikan kız kolejini bitirdikten sonra, eğitimini tamamlamak üzere Paris’e gitti; bundan sonraki yaşamını bir uçtan diğer uca, baş döndürücü bir hızla akarak geçti Libyalı bir prensle evlendi, Prenses oldu. Tıp okudu ünlü bir psikiyatrist oldu. Tekrar tekrar evlendi, ama evliliklerinden sıkıldı, Amerikan ordusuna Albay rütbesiyle Subay oldu...
İşte bu kitap, kökleri Giritli Deli Mustafa Naili Paşaya kadar uzanan bir ailenin kızı olan Aylin DEVRİMEL ‘in fırtınalı yaşamının öyküsüdür.
Lise yıllarında uzun boylu ve sıka bir kız olan Aylin zamanla güzelleşmiş ve bir gün Esma teyzesinin daveti üzerine Paris’te bir otelde buluşurlar otelde prens olduğu söylenen bir Arap’la tanışır ve bu tanışmanın sonunda prensle görkemli bir yaşantı için evlenir Prenses olur. Ancak her şey düşündüğü gibi gitmez Prens Senusi doğu kültürü ile yetiştiği için batı kültürü ile yetişen Aylin’e ters gelmekte zamanla Aylin’in özgürlüğü kısıtlanmaktaydı evliliğe başladığı gibi sakin değil büyük bir kaçışla son buldu; yaz sonunda Aylin, ablası Nilüferle Cenevre ye gider. Yaşamanın ideali olan tıp okumaya karar verir ve büyük uğraşlar vererek Neuchatel Üniversitesine kayıt yaptırır. Okulun ilk yıllarında hayatında çok büyük değişiklikler yaparak, ihtişamlı hayatından sıyrılarak sade bir öğrenci olur. Tek hedefi olan tıp fakültesini bitirmek için çok çalıştı daha sonra fizik ve kimya derslerinde yardımcı olan Jean-Pierre ile evlendi. İki öğrencinin bu evliliği zaman içinde Aylin’in dış görüntüsünde olduğu kadar iç dünyasını da değiştirecektir. Aylin Jean-Pierre ile birlikte yaşadığı günlerde tıp ilmi ile yakından tanışıp ufkunun penceresini o zamana kadar hiç bilmediği yepyeni bir dünyayı ardına kadar açacak peşinden koştuğu gerçek zenginliğin dış dünyanın görkemli vitrinlerinde değil de insanlığın iç aleminde bulunduğunu öğrenecekti. Okul sonunda Jean-Pierre Nos Alamus’taki nükleer araştırma merkezinden geri çeviremeyeceği bir teklif aldı. Aylin de New Rachel Hospital Medical Center’dan teklif aldı ; onların birbirlerine karşı olan sorumlulukları artık bitiyor müşterek hayatları bir yol ayrımına giriyordu. Ellerinde bu evlilikten altı yıllık sağlam bir dayanışma ve derin dostluk duyguları ile dopdolu gençlik anıları kaldı sadece.
Aylin çok ciddiye aldığı bu işine büyük bir heyecanla başladı. New Rachel’de tanıştığı Afganistanlı genç meslektaşı Azim’in karısı 11 yaşından beri arkadaşı olan Zeynep TARZI çıktı. Aylin, Zeynep ve Azim ile gittiği Afgan sefahati kokteylinde Paswak adındaki Birleşmiş Milletlerin Afgan esiri ile tanışır. Paswak evli olmasına rağmen Aylin ile arasında duygusal bir bağ oluşmuştu. Aylin o yılı aklı beş karış havada geçirdi. Bütün vakitlerini beraber geçiriyorlardı. Paswak bu yüzden önce Wall Dame’nin Birleşmiş Milletler genel sekreterliğine daha sonra 1974 yılında Hindistan sefirliğine tayini çıkmıştı.
Aylin kaderin ağlarını onlar için giderek daha çileli iplerle örmekte olduğunu nihayet görmeye başladı; ya sevdiği adamı peşinde dünyayı adım adım dolaşacak ya da mesleğini ön plana alacaktı. Tam meslek uğruna değmez derken Hastanede Psikiyatri bölümü şefliğine terfi etti. Sonunda Aylin’in sağduyusu aşkına galip geldi. Aylin gönlü yaralı bar kuşunu çok kısa bir süre oynadı sonra toparlandı ve işinin başına döndü. Arkadaşı Azim’in vasıtası ile kendi meslektaşı olan Michel RAMODİSLİ ile tanıştı. Michel’i çok etkileyici bulmadığı halde evliliğe giden ilk adımları Michel’in evinde attılar. Daha sonra Aylin bu evlilikten deliler gibi çocuk istemeye başladı. Aylin’in bu isteğine karşılık Michel dinine ve geleneklerine çok bağlı olduğunu doğacak çocuğun Yahudi kültürüne göre yetiştirilebileceğini söyledi fakat Aylin bunu bile sorun etmedi dinini değiştirmeyi göze aldı. Aylin’e göre insanları dinlerine, ırklarına ve dillerine göre ayırmak çok saçma idi ona göre insan, insan olduğu için çok değerli idi onun insan sevgisini bir din veya ırk engelleyemezdi Aylin çocuk yapma isteğinden 6 düşük yaptıktan sonra vazgeçecekti.
Aylin meslektaş olduğu Michel ile her an beraberdi işyerleri bir, evleri bir kısacası bütün zamanları birlikte geçiyordu belli bir süre sonra birbirleri ile bu kadar çok birlikte olmaları Aylin’i çok sıkmıştı gün geçtikçe birbirlerinden kopuyorlardı ve bir gün Aylin kocasına haftanın belirli günlerinde birbirlerine izin vermelerini bugünlerde değişik insanlar ile çıkabileceklerini bunu sonucunda diğer insanlarda görecekleri eksiklikleri kendilerinde tanımlayıp birbirlerine ölümsüz sevgi ile bağlanacaklardı. Fakat düşünülen olmadı Aylin yurt dışında olduğu günlerden birinde Michel bir arkadaşının evinde Barbara adında bir bayanla tanıştı ve bu tanışma evliliklerinin sonunu getirdi. Aylin sıkıntılı bir zamanında vardığı karar sonucunda kocasını kaybettiği için hem üzgün hem de suçluluk duygusu içerisindeydi. Bu sıkıntı ve üzüntü uzun sürmedi her şeyi bir kenara bırakıp mesleğinde ilerledi fakat bu ilerleme bile onu tatmin etmedi. Bir süre sonra Amerikan ordusuna katılarak Körfez savaşında ruf sağlığı bozulan hastaları tedavi eden doktor olmayı düşündü bu nedenle Oklahoma’ya körfez savaşında zarar görmüş askerleri tedaviye gitti.
Aylin Üniformasını ilk kez 1992’nin soğuk bir Ocak gününde giydi. 9 Kasım 1992’de ordunun fiziksel aktiviteler sınavını yüksek bir puana kazanarak başarı sertifikası aldı. Aylin ordudaki görevinde yine işine devam ediyor, hastalarına çare bulmaya çalışıyordu bir gün kendisine yeni bir hasta verildi bu kez hasta körfez savaşından sonra geldiği sivil hayata uyum sağlayamıyordu. Bunun sonucunda hiçbir suçu olmayan bir çok sivili katletmişti.
Aylin bu hastası üzerinde çalışırken Amerikan ordusunun askerlerini cesaretlendirmesi için verdiği ilaçların yan etkisi sonucu hastanın bu duruma geldiğini saptadı ve bu sonucu tez bir halde askeri yetkililere bildirdi. Aylin’in verdiği bu sonucu askeri yetkililer daha önceden bildiğinden Aylin’in bu olayın üstüne gitmemesini istediler ve onu uyardılar Aylin bu sessizliği sindiremeyerek sözleşmesinin bitmesinin ardından Albay rütbesindeyken ordudan ayrıldı.
Ordudan ayrılmasından sonra 19 Ocak 1995 Perşembe günü evinin bahçesinde o sabah evini temizlemeye gelen hizmetçisi tarafından kendi arabasının altında ölü bulundu. Zengin, ünlü ve saygın insanların yaşadığı mahallede yerel polis ve yerel yöneticiler mahallenin adını polisiye bir olaya karıştırmamak için dosyayı apar topar denebilecek bir hızla kapattılar teşhis ise “Freak Accident” yani Garip bir kaza idi.
“... Yükseltilmiş sahnede kapağı açık maun bir tabut duruyordu uzun bir sıra oluşturan insanlar tabutta yatan albay üniformalı Amerikan subayını selamlayıp içlerinden dua veya veda ederek tabutun başından ayrılınca yanan yürekleriyle gelip salondaki koltuklarda yerlerini alıyorlardı. Herkes etrafa hakim olan ordu düzeninin saygınlığını kutsar gibi sessizce ağlıyordu ... Katafalkın üstünde dört bir yanı rengarenk çiçeklerle donanmış tabutta yatan kişi, bir askerden çok, oraya bir film çekimi için öylece uzanıvermiş bir Hollywood yıldızını andırıyordu. Bu albay üniformalı Amerikan subayı bir Türk kadınıydı.
Kitabın Adı : Adı Aylin
Yazarı : Ayşe Kulin
İşte bu kitap, kökleri Giritli Deli Mustafa Naili Paşaya kadar uzanan bir ailenin kızı olan Aylin DEVRİMEL ‘in fırtınalı yaşamının öyküsüdür.
Lise yıllarında uzun boylu ve sıka bir kız olan Aylin zamanla güzelleşmiş ve bir gün Esma teyzesinin daveti üzerine Paris’te bir otelde buluşurlar otelde prens olduğu söylenen bir Arap’la tanışır ve bu tanışmanın sonunda prensle görkemli bir yaşantı için evlenir Prenses olur. Ancak her şey düşündüğü gibi gitmez Prens Senusi doğu kültürü ile yetiştiği için batı kültürü ile yetişen Aylin’e ters gelmekte zamanla Aylin’in özgürlüğü kısıtlanmaktaydı evliliğe başladığı gibi sakin değil büyük bir kaçışla son buldu; yaz sonunda Aylin, ablası Nilüferle Cenevre ye gider. Yaşamanın ideali olan tıp okumaya karar verir ve büyük uğraşlar vererek Neuchatel Üniversitesine kayıt yaptırır. Okulun ilk yıllarında hayatında çok büyük değişiklikler yaparak, ihtişamlı hayatından sıyrılarak sade bir öğrenci olur. Tek hedefi olan tıp fakültesini bitirmek için çok çalıştı daha sonra fizik ve kimya derslerinde yardımcı olan Jean-Pierre ile evlendi. İki öğrencinin bu evliliği zaman içinde Aylin’in dış görüntüsünde olduğu kadar iç dünyasını da değiştirecektir. Aylin Jean-Pierre ile birlikte yaşadığı günlerde tıp ilmi ile yakından tanışıp ufkunun penceresini o zamana kadar hiç bilmediği yepyeni bir dünyayı ardına kadar açacak peşinden koştuğu gerçek zenginliğin dış dünyanın görkemli vitrinlerinde değil de insanlığın iç aleminde bulunduğunu öğrenecekti. Okul sonunda Jean-Pierre Nos Alamus’taki nükleer araştırma merkezinden geri çeviremeyeceği bir teklif aldı. Aylin de New Rachel Hospital Medical Center’dan teklif aldı ; onların birbirlerine karşı olan sorumlulukları artık bitiyor müşterek hayatları bir yol ayrımına giriyordu. Ellerinde bu evlilikten altı yıllık sağlam bir dayanışma ve derin dostluk duyguları ile dopdolu gençlik anıları kaldı sadece.
Aylin çok ciddiye aldığı bu işine büyük bir heyecanla başladı. New Rachel’de tanıştığı Afganistanlı genç meslektaşı Azim’in karısı 11 yaşından beri arkadaşı olan Zeynep TARZI çıktı. Aylin, Zeynep ve Azim ile gittiği Afgan sefahati kokteylinde Paswak adındaki Birleşmiş Milletlerin Afgan esiri ile tanışır. Paswak evli olmasına rağmen Aylin ile arasında duygusal bir bağ oluşmuştu. Aylin o yılı aklı beş karış havada geçirdi. Bütün vakitlerini beraber geçiriyorlardı. Paswak bu yüzden önce Wall Dame’nin Birleşmiş Milletler genel sekreterliğine daha sonra 1974 yılında Hindistan sefirliğine tayini çıkmıştı.
Aylin kaderin ağlarını onlar için giderek daha çileli iplerle örmekte olduğunu nihayet görmeye başladı; ya sevdiği adamı peşinde dünyayı adım adım dolaşacak ya da mesleğini ön plana alacaktı. Tam meslek uğruna değmez derken Hastanede Psikiyatri bölümü şefliğine terfi etti. Sonunda Aylin’in sağduyusu aşkına galip geldi. Aylin gönlü yaralı bar kuşunu çok kısa bir süre oynadı sonra toparlandı ve işinin başına döndü. Arkadaşı Azim’in vasıtası ile kendi meslektaşı olan Michel RAMODİSLİ ile tanıştı. Michel’i çok etkileyici bulmadığı halde evliliğe giden ilk adımları Michel’in evinde attılar. Daha sonra Aylin bu evlilikten deliler gibi çocuk istemeye başladı. Aylin’in bu isteğine karşılık Michel dinine ve geleneklerine çok bağlı olduğunu doğacak çocuğun Yahudi kültürüne göre yetiştirilebileceğini söyledi fakat Aylin bunu bile sorun etmedi dinini değiştirmeyi göze aldı. Aylin’e göre insanları dinlerine, ırklarına ve dillerine göre ayırmak çok saçma idi ona göre insan, insan olduğu için çok değerli idi onun insan sevgisini bir din veya ırk engelleyemezdi Aylin çocuk yapma isteğinden 6 düşük yaptıktan sonra vazgeçecekti.
Aylin meslektaş olduğu Michel ile her an beraberdi işyerleri bir, evleri bir kısacası bütün zamanları birlikte geçiyordu belli bir süre sonra birbirleri ile bu kadar çok birlikte olmaları Aylin’i çok sıkmıştı gün geçtikçe birbirlerinden kopuyorlardı ve bir gün Aylin kocasına haftanın belirli günlerinde birbirlerine izin vermelerini bugünlerde değişik insanlar ile çıkabileceklerini bunu sonucunda diğer insanlarda görecekleri eksiklikleri kendilerinde tanımlayıp birbirlerine ölümsüz sevgi ile bağlanacaklardı. Fakat düşünülen olmadı Aylin yurt dışında olduğu günlerden birinde Michel bir arkadaşının evinde Barbara adında bir bayanla tanıştı ve bu tanışma evliliklerinin sonunu getirdi. Aylin sıkıntılı bir zamanında vardığı karar sonucunda kocasını kaybettiği için hem üzgün hem de suçluluk duygusu içerisindeydi. Bu sıkıntı ve üzüntü uzun sürmedi her şeyi bir kenara bırakıp mesleğinde ilerledi fakat bu ilerleme bile onu tatmin etmedi. Bir süre sonra Amerikan ordusuna katılarak Körfez savaşında ruf sağlığı bozulan hastaları tedavi eden doktor olmayı düşündü bu nedenle Oklahoma’ya körfez savaşında zarar görmüş askerleri tedaviye gitti.
Aylin Üniformasını ilk kez 1992’nin soğuk bir Ocak gününde giydi. 9 Kasım 1992’de ordunun fiziksel aktiviteler sınavını yüksek bir puana kazanarak başarı sertifikası aldı. Aylin ordudaki görevinde yine işine devam ediyor, hastalarına çare bulmaya çalışıyordu bir gün kendisine yeni bir hasta verildi bu kez hasta körfez savaşından sonra geldiği sivil hayata uyum sağlayamıyordu. Bunun sonucunda hiçbir suçu olmayan bir çok sivili katletmişti.
Aylin bu hastası üzerinde çalışırken Amerikan ordusunun askerlerini cesaretlendirmesi için verdiği ilaçların yan etkisi sonucu hastanın bu duruma geldiğini saptadı ve bu sonucu tez bir halde askeri yetkililere bildirdi. Aylin’in verdiği bu sonucu askeri yetkililer daha önceden bildiğinden Aylin’in bu olayın üstüne gitmemesini istediler ve onu uyardılar Aylin bu sessizliği sindiremeyerek sözleşmesinin bitmesinin ardından Albay rütbesindeyken ordudan ayrıldı.
Ordudan ayrılmasından sonra 19 Ocak 1995 Perşembe günü evinin bahçesinde o sabah evini temizlemeye gelen hizmetçisi tarafından kendi arabasının altında ölü bulundu. Zengin, ünlü ve saygın insanların yaşadığı mahallede yerel polis ve yerel yöneticiler mahallenin adını polisiye bir olaya karıştırmamak için dosyayı apar topar denebilecek bir hızla kapattılar teşhis ise “Freak Accident” yani Garip bir kaza idi.
“... Yükseltilmiş sahnede kapağı açık maun bir tabut duruyordu uzun bir sıra oluşturan insanlar tabutta yatan albay üniformalı Amerikan subayını selamlayıp içlerinden dua veya veda ederek tabutun başından ayrılınca yanan yürekleriyle gelip salondaki koltuklarda yerlerini alıyorlardı. Herkes etrafa hakim olan ordu düzeninin saygınlığını kutsar gibi sessizce ağlıyordu ... Katafalkın üstünde dört bir yanı rengarenk çiçeklerle donanmış tabutta yatan kişi, bir askerden çok, oraya bir film çekimi için öylece uzanıvermiş bir Hollywood yıldızını andırıyordu. Bu albay üniformalı Amerikan subayı bir Türk kadınıydı.
Kitabın Adı : Adı Aylin
Yazarı : Ayşe Kulin
Yaban
Ahmet Celal, bir Osmanlı padişahının oğludur. Savaş esnasında
vurulmuş ve kolunu kaybetmiştir. Bu hazin hadiseden sonra, dünyadan elini eteğini çekmiş ve toplumdan kaçmak, sessiz sakin bir yerde yaşamak içinAnadolu’nun ücra köşelerini seçmiştir. Bu sebebten dolayı, onun subaylık yaptığı dönemde ona emirer olarak hizmet eden M. Ali’nin köyüne gider.
Köydeki ilk günleri onun için çok zor olmuştur. Çünkü bundan önceki yıllarda, İstanbul’da yaşamış ve oranın kültürü ile bezenmiştir.Köylüler ona ,
oranın yabancısı olduğu için ‘ Yaban’ derler. Fakat, Ahmet Celal bu lakabı kendine laik bulmaz. Çünkü o,kolunu salt bu bu millet için kaybettiğini savunur. Onun için köydek ilk iki hafta köy yaşantısını alışma safhası olarak geçer. Bu arada M. Ali’nin müstakil evinin bir odasında kitaplarıyla gününü geçirir. Kitapları bir nebze dahi olsa yalnızlığını ve acısını unutmayı sağlar. Onlar, onun en iyi dostu olmuştur. Bu zaman zarfında, M.Ali’nin annesi, kız kardeşi ve kardeşi ismail’le tanışır. Köy ortamı ona , İstanbul gibi büyük bir yerde yaşadığı için çok rezalet gelir.
Haftalar ilerledikçe Ahmet Celal, köy ahalisiyle yavaş yavaş tanışır. Köyün en zengini Salih Ağa, muhtar ve Süleyman adında karısını söz geçiremeyen adamla samimiyet kurar. Fakat, bu samimi yet sınırlıdır. Ahmet, onlara hep savaştan, Atatürk’ten ve O’nun yaptıklarından bahsederken onlar, onu hiç ciddiye almaz ve bir gün düşman gelip, ülkeyi Osmanlı’dan alacak ve onlar huzurlu bir ortamda yaşayacaklarını inanırlar.
Bir gün Ahmet Celal, köyün civarına gezmeye çıkar. Çünkü, köy halkının düşünceleri onun acısına tuz ekiyordu. Bundan dolayı yaylalara çıkar; doğanın verdiği huzur ile hem acısını hem de yalnızlığını kısmen de olsa unutur. Yine yaylalarda gezerken bir kız görür. Kız, istanbuldakiler gibi bakımlı, giyim-kuşamı iyi olmasa bile, onu çok etkilemiştir. Onunla konuşmak ister; fakat kız ondan kaçar. Çünkü o, köylülerin tabiri ile buraların ‘yaban’ıdır. Günler geçmesine rağmen, kızı unutamamaktadır. Onu tekrar görmek ve konuşmak için yaylaya çıkar. Bir süre bekledikten sonra yine aynı kız oraya gelir. Ahmet onunla konuşmak ister; fakat nafile. Kız ondan yine kaçar. Fakat o, bu sefer onunla konuşamaya kararlıdır. Ve kızı bir süre kovaladıktan sonra onu yakalar. Kız , sudan yeni çıkmış balık misali, kaçmaya çalışır. Ahmet onu sakinleştirdikten sonra ona, ‘sadece seninle konuşmak istiyorum.’ der. Fakat kız yine de kurtulamk için çabalanır. Bir süre sonra, kızın isminin ‘Emine ‘ olduğunu öğrenir.
Bu arada cephede savaş şiddetlenmiş ve köylerden tekrar askere çağırılanlar olur. Bunlardan bir tanesi de M.Ali’dir. Onun evden ayrılması ile artık yazarın köyde samimi olacağı, dertlerini anlatabileceği kimse kalmamıştır. Bir kaç hafta daha M. Ali’nin ailesiyle birlikte kalır. Fakat İsmail’in Emine’yi sevdiğini ve onunla evleneceğini duyunca evden ayrılır. Köyde başka bir yerde yaşamaya başlar. Fakat, kolunu kaybetmiş olmasından dolayı yardıma muhtaçtır. İlk zamanlar Süleyman onun ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. Aslında o da yazar gibi terkedilmiş ve yapayalnızdır. Karısı, onu asker kaçağı birisiyle aldatmış ve ve İstanbul’a kaçmıştır. Fakat Süleyman karısını çok sevmektedir. Onu bir türlü unutamaz. Aradan günler geçer. Bir gün İsmail’in Emine ile evleneceğini duymasına rağmen yazar, muhtar gider ve Emine’yi kendisine istemesini söyler. Bunun üzerine muhtar hanımını Emine’nin evine gönderir. Ama Emine bu işe ‘Hayır’ der. Üstüne üstelik yazara kolsuz olduğu için ağır hakaretlerde bulunur. Kendisi hakkında söylenen lafları yazar muhtarın ağzından duyunca deliye döner. Ona göre İsmail , Emine’yi laik birisi değildir.
Birkaç hafta sonra , İsmail’in Emine ile evlenmek üzere hazırlık yaptığını kahvede işitir. Emine’yi kafasından silmeyi başarmış; fakat bir türlü kalbinden atamamıştır. İkinci kez hayal kırıklığına uğrar. Bunun hıncını Süleyman’ı azarlayarak , karısı hakkında ileri geri konuşarak çıkartır. Bu kavgadan sonra, Süleyman daha fazla dayanamaz ve köyü terkeder. Yazar pişmandır ama çok geçtir.
Süleyman’ın evi terketmesinden sonra, kendisine yardım etmesi maksadıyla Emeti Kadın’ı tutar. Onun Hasan adında bir torunu vardır. Emeti kadın hem torunu Hasan’ı hem de yazara bakmaktadır. Torunu Hasan küçük bir çobandır. Yazar, onunla koyunları otlatmaya çıkar. Böylece hem Emine’yi tekrar görmek hem de acılarını unutmak ister. Bu sırada dağların arkasından top sesleri gelmektedir. Buradan da anlaşılacağı gibi savaş köye doğru gelmektedir. Bu arada Emine İsmail’le evlenir. Yazar , bir daha köyün içinde gezemez olur.
Aradan fazla geçmez. Köye bir şeyh gelir. Köylülere , yurdumuzun düşmanlar tarafında zaptedildiğini ve niyetlerini Anadolu’yu elimizden almak olduğunu; yeşil sarıklıların bizi düşmana karşı savunduklarını ve müslüman olmak isteyen Kraliçe’den bahserder. Bu olayı yazar, Emeti Kadını’ın duyduklarından öğrenir. Bunun üzerine yazar sinirlenir ve şeyhe gider , onunla kavga eder.
Savaş cephelerde son surat devam etmektedir. Düşman uçakları köyün üzerinde kol gezmekte ve bir takım kağıt parçalarını yere atmaktadır. Kağıtta’ Sakın yerinizden yurdunuzdan olmayınız. Biz size kötülüık etmeğe gelmiyoruz. Halife ve padişah bizimle beraberdir. Biz sizi Kemal’in çetelerinden kurtarmak için harbediyoruz.’ yazar. Köylüler, bunu okuyunca yazar , her birinin gözünün parıl parıl parlamağa başladığını görür. Bir akşam üstü eve dönmek üzere iken ‘ Davranma !’ diye bir sesle irkilir. Yazar ilk başta anlamazlıktan gelir ;fakat bir kaç adım atar atmaz bir kurşun kulağının dibinden bir arı gibi vızıldayarak geçer. Yazar , bunun bir asker kaçağı olarak düşünür; ama ateş eden bir Türk askeridir. Az kalsın bir Türk askerinin kör kurşununa hedef olacaktı. Onlara durumu anlattıktan sonra birliğin( topçu müfrezesi) komutanlarından savaş hakkında bir kaç bilgi alır. Konuşmalardan yazar, Türk Ordusu’nun savaşı kazanacağından ümitperver olur. Artık savaş , köye çok yakın yerlerde cereyan etmektedir.Bu sebebten dolayı birlikler, köy yollarını kullanmaktadır.
Bir gün inanılmaz bir olay olur. Yazar , muhtar ve diğer köy ahalisi kahvede otururlarken, uzaktan çok dağınık halde bir birlik gelmekte olduğunu görmektedirler. İlk başta düşman sanılan birliğin daha sonra Türk Ordusu’ndan olduğu anlaşılır. Bekir Çavuş, savaşın son gelişmelerinden haberdar olmak için askerlerden bir kaç tanesini ‘ Komutanınız nerede ?’ diye sorar. Daha sonra birlik komutanı bir Başçavuş çıkagelir. Başçavuş yorgun ve perişan haldedir. Bir süre Başçavuşla muhtar bakıştıktan sonra sarmaş dolaş olular. Çünkü o, bir zamanlar köyde yaşamış ve öldü sanılan Emine’nin babasıdır. Bir kaç cephedeki olaylardan ve son gelişmelerden konuştuktan sonra muhtar ona kızı Emine’yi hatırlatır. Daha sonra muhtar ‘ Daha önce nerelerdeydin?’ diye sorar. Bunun üzerin Başçavuş, on yıl Moskof’a esir düştüğünü ve esaret yıllarını anlatır.Bu arada Emine kahvehaneye babasıyla görüştürülür. İlk başta Emine, ürkek bakışlarla babasına baktıktan sonra göz ucuyla da yazara bakar ve utangaçlığından ne yapacağını bilemez.Bir süre bakıştıktan sonra yazar, Emine’nin artık İsmail’i sevmediğini bakışlarından anlar. Artık bu noktadan sonra, yazarla Emine arasında bakışmalarla birbirlerine olan aşklarını ilan ederler. Ama bir sorun vardır: Emine’nin İsmail’le evli olması. Bir müddet sonra Başçavuş, anasını görmeye gider; askelerini de bir süre mola yapmak üzere muhtara bırakır.
Ertesi gün, sabah erkenden birliğin yola çıktığın öğrenilir. Dağın arkasındaki top sesleri iyiden iyiye artmaktadır. Köylüler bu olaya karşı tedirgindir. Çoban Hasan’la yazar arada sırada koyunları yaylaya çıkartırlar. Fakat, bir gün Küçük Hasan yaylaya kendisi gider. Ne olduysa o gün olur. Yazar, Küçük Hasan’ın ‘Geliyorlar’ diyerek bağırmasıyla uyanır. Hasan’a ‘ne olduğunu ‘ sorar. Benzi solmuş, soluk soluğa kalan Hasan :
aha onlar… senin dediklerin…Te karşıki belin üstünden yürüyüp geliyorlar.
Yazar bir süre kendini toparlayamaz. Çocuğun yüzüne bön bön bakar. Endişe ile apar topar bir kaç eşyasını toplamaya başlar; fakat kolu olmadığı için yardıma ihtiyacı vardır. Emeti Kadın’ı arar ama bulamaz. Evin etrafına bakınır hiç kimseyi bulamaz. Belliki köylü korkudan saklanmış olmalı. Düşmanın hemen köye girmek üzere olduğu, ağır topçu taburunun araba ve demir şakırtılarının seslerinden anlaşılıyordu. Yazar hemen kapısını kilitler, pencereleri kapatır. Aradan fazla geçmez. Dışarıda garip garip sesler gelmektedir. Bu sesler Yunanca idi. Köy tamamen düşman askerleri tarafından ele geçilir. Her eve baskın düzenlerler. Bulduklarını köy meydanına çıkartırlar. Sırada yazarın evi vardı. Asker kapıyı açmaya çalışır aman nafile kapı kilitlidir. Son çareyi kapıyı kırmakta bulur.
İlk başta yazar, askere diklenmeye çalışır ; sonuç vermeyince kendini düşman askerine bırakır. Bir süre sonra yazar, arayıpta bulamadığı köy halkının toplandığı yere götürülür. Burada askerler kadınlara, genç kızlara tacizde bulunur. Yazar bundan rahatsızlık duyar. Aslına bakarsan o, sadece Emine için endişe duymaktadır. Emine’ye baktıkça hem onları korumak hem de Emine’ye sakat olduğu halde erkekliğinden ödün vermediğini göstermek maksadıyla askerlerin arasından Rumca bilene, onu komutanın yanına götürmesini ister. Asker onu alır, komutanının yanına götürür. Yazar Fransızca bildiği için ona, Fransızca olarak askerlerinin halkı eziyet ettiklerini ve genç kızlara tacizde bulunduğunu ifade eder. Yunan subayı onu dinledikten sonra tekrar toplanma noktasına geri götürür. Ve askerlere ve köy halkına eziyet edilip edilmediğine dair sorular sorar. Ahali korktuğu için bir şeyler söyleyemez. Daha sonra askerler, köydeki bütün evleri arama yaptırarak silah namına ne varsa hepsini toplattırır. Ve köylülerden yiyecek, içecek toplarlar ve bunu para karşılığında aldıklarını göstermek maksadıyla öylülere bir kağıt verirler. Cahil köylüler buna inanır ve olan tüm yiyeceklerini teslim ederler. Halbuki Türk askerleri geldiğinde onlardan her şeylerini esirgemişlerdi. Eski bir subay olan yazar, düşmanın köylülerden yiyecek ve içecek toplamasından en az bir iki haftaya kalmaz köyden ayrılacaklarını yorumlar. Bir kaç gün ilerledikten sonra, yazar Emeti Kadın’ın çığlıkları ile uyanır. Hasan’ı işkence ederler. Zavallı çocuk her tarafı yara bere içinde , acılar içinde kıvranmaktadır. Yazar ilk başta Hasan’ın öldüğünü zanneder ama nabzını yokladığında yaşıdığını farkeder. Yazarın endişesi giderek artar.
Ertesi gün , askerler topladıkları eşyaları saracak bir şey aramak için yazarın evini basarlar. Hasan o esnada çarşafın arasında yatmaktadır. Yazar, askerlere ‘Ne istiyorsunuz’der. Onlar cevap vermeden , aniden çarşafı öyle bir hızla çekerler ki Hasan yere ‘ pat’ diye sertçe yere düşer. Zaten hali perişan olan Hasan, bu sefer ölümü atlatamaz. Olduğu yerde yığılır kalır. Emeti Kadın ve yazar Hasan’a yardım etmek için koşarlar ;fakat Hasan ölür. Ağlamalar, sızlamalar… yazar kendini tutamayarak askere bir yumrukta yere serer. Olaylar bu esnada cereyan eder. Köylüler ilk defa da olsa yazarı haklı bulur ve askerlerin üzerine yürürler. Ortalık karışır. Bu karışıklıktan yararlanarak Emine ile yazar kaçarlar. Bu esnada yazar , böğründen vurulur. Fakat bu acıyı o anda hissetmez.sadece yazar değil, aynı zamanda Emine de sol bacağından yaralanmıştır. Kaçabildikleri yere kadar kaçarlar. Bir yere vardıklarında oturup dinlenmeye karar verdiklerinde vurulduklarını anlarlar. Hele Emine’nin yarası daha ağırdır. Kalkacak durumda değildir. Bu sebebten dolayı yazar Emine’yi yalnız bırakır ve yoluna devam eder…
YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
İlk ve orta öğrenimini Manisa, İzmir ve İskenderiye’de tamamladı, İstanbul’a geldi (1908). Peyam (1915) ve İkdam (1916...) gazetelerine makale ve hikayeler yazdı. Milli Mücadele yıllarında Anadolu’ya, Mustafa Kemal saflarına geçti. Milletvekili; Tiran (1934), Prag (1936), Lahey (1939), Bern (1942) elçisi oldu. Ulus gazetesinde (Ankara) başyazarlık yaptı, sonuncu Manisa milletvekilliği dört sene sürdü (1961-1965). Ölümünde Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanı bulunuyordu. Cenazesi İsanbul’a getirildi, Beşiktaş’ta Yahya Efendi Mezarlığı’na gömüldü. Hayatına Fecriati topluluğunda romantik-realist hikaye ve mensur şiirle başlayan (1909); deneme, makale, oyun, monografi ve anı türlerinde eserler bırakmış olan Yakup Kadri, yaygın şöhretini romanlarıyla sağladı. Tarih ve toplum olaylarından her birini bir romanına konu edinerek, Tanzimat devriyle Atatürk Türkiyesi arasındaki dönem ve kuşakların geçirdikleri sosyal değişim ve bunalımlarını, yaşayış ve görüş farklarını işledi; düşünceye dayalı tezli eserler verdi.Pek çoğu yabancı dillere de çevirilmiş ve tükendikçe yeni baskıları yapılagelen eserleri, türlerine ve ilk basım yıllarına göre şöyledir: Hikaye kitapları: Bir Serencam (1913), Milli Savaş Hikayeleri (1947), Hikayeler (il hikayeleri, 1985; Der.:Dr.N.Akı)
Romanları: Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1934), Bir Sürgün (1937), Panorama (iki cilt, 1953/54), Hep O Şarkı (1956)
Nesirler ve Yazıları: Erenlerin Bağından (1922), Kadınlık ve Kadınlarımız (1923), Ergenekon (1929, iki cilt), Okun Ucundan (ilk ikisi ile birlikte, 1940), Alp Dağlarınan ve Miss Chalfrin’in Albümünden (1942). Monografiler: Ahmet Haşim (1934),Atatürk(1946)
Anıları: Anamın Kitabı (çocukluk anıları, 1957), Vatan Yolunda (Kurtuluş Savaşı anıları, 1958), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969), Zoraki Diplomat (elçilik anıları,1955), Politikada 45 Yıl (siyaset anıları, 1968).Oyunları: Tiyatro Eserleri (4 oyun,1984)
En ünlü eseri Yaban romanı, C.H.P. 1942 Roman Mükafatı’nda ikincilik kazanmıştı.
Atilla Özkırımlı’nın baskıya hazırladığı Bütün Eserleri İletişim Yayınları’nda çıkıyor (19.cilt,1990).
Y.Kadri Karaosmanoğlu
vurulmuş ve kolunu kaybetmiştir. Bu hazin hadiseden sonra, dünyadan elini eteğini çekmiş ve toplumdan kaçmak, sessiz sakin bir yerde yaşamak içinAnadolu’nun ücra köşelerini seçmiştir. Bu sebebten dolayı, onun subaylık yaptığı dönemde ona emirer olarak hizmet eden M. Ali’nin köyüne gider.
Köydeki ilk günleri onun için çok zor olmuştur. Çünkü bundan önceki yıllarda, İstanbul’da yaşamış ve oranın kültürü ile bezenmiştir.Köylüler ona ,
oranın yabancısı olduğu için ‘ Yaban’ derler. Fakat, Ahmet Celal bu lakabı kendine laik bulmaz. Çünkü o,kolunu salt bu bu millet için kaybettiğini savunur. Onun için köydek ilk iki hafta köy yaşantısını alışma safhası olarak geçer. Bu arada M. Ali’nin müstakil evinin bir odasında kitaplarıyla gününü geçirir. Kitapları bir nebze dahi olsa yalnızlığını ve acısını unutmayı sağlar. Onlar, onun en iyi dostu olmuştur. Bu zaman zarfında, M.Ali’nin annesi, kız kardeşi ve kardeşi ismail’le tanışır. Köy ortamı ona , İstanbul gibi büyük bir yerde yaşadığı için çok rezalet gelir.
Haftalar ilerledikçe Ahmet Celal, köy ahalisiyle yavaş yavaş tanışır. Köyün en zengini Salih Ağa, muhtar ve Süleyman adında karısını söz geçiremeyen adamla samimiyet kurar. Fakat, bu samimi yet sınırlıdır. Ahmet, onlara hep savaştan, Atatürk’ten ve O’nun yaptıklarından bahsederken onlar, onu hiç ciddiye almaz ve bir gün düşman gelip, ülkeyi Osmanlı’dan alacak ve onlar huzurlu bir ortamda yaşayacaklarını inanırlar.
Bir gün Ahmet Celal, köyün civarına gezmeye çıkar. Çünkü, köy halkının düşünceleri onun acısına tuz ekiyordu. Bundan dolayı yaylalara çıkar; doğanın verdiği huzur ile hem acısını hem de yalnızlığını kısmen de olsa unutur. Yine yaylalarda gezerken bir kız görür. Kız, istanbuldakiler gibi bakımlı, giyim-kuşamı iyi olmasa bile, onu çok etkilemiştir. Onunla konuşmak ister; fakat kız ondan kaçar. Çünkü o, köylülerin tabiri ile buraların ‘yaban’ıdır. Günler geçmesine rağmen, kızı unutamamaktadır. Onu tekrar görmek ve konuşmak için yaylaya çıkar. Bir süre bekledikten sonra yine aynı kız oraya gelir. Ahmet onunla konuşmak ister; fakat nafile. Kız ondan yine kaçar. Fakat o, bu sefer onunla konuşamaya kararlıdır. Ve kızı bir süre kovaladıktan sonra onu yakalar. Kız , sudan yeni çıkmış balık misali, kaçmaya çalışır. Ahmet onu sakinleştirdikten sonra ona, ‘sadece seninle konuşmak istiyorum.’ der. Fakat kız yine de kurtulamk için çabalanır. Bir süre sonra, kızın isminin ‘Emine ‘ olduğunu öğrenir.
Bu arada cephede savaş şiddetlenmiş ve köylerden tekrar askere çağırılanlar olur. Bunlardan bir tanesi de M.Ali’dir. Onun evden ayrılması ile artık yazarın köyde samimi olacağı, dertlerini anlatabileceği kimse kalmamıştır. Bir kaç hafta daha M. Ali’nin ailesiyle birlikte kalır. Fakat İsmail’in Emine’yi sevdiğini ve onunla evleneceğini duyunca evden ayrılır. Köyde başka bir yerde yaşamaya başlar. Fakat, kolunu kaybetmiş olmasından dolayı yardıma muhtaçtır. İlk zamanlar Süleyman onun ihtiyaçlarını gidermeye çalışır. Aslında o da yazar gibi terkedilmiş ve yapayalnızdır. Karısı, onu asker kaçağı birisiyle aldatmış ve ve İstanbul’a kaçmıştır. Fakat Süleyman karısını çok sevmektedir. Onu bir türlü unutamaz. Aradan günler geçer. Bir gün İsmail’in Emine ile evleneceğini duymasına rağmen yazar, muhtar gider ve Emine’yi kendisine istemesini söyler. Bunun üzerine muhtar hanımını Emine’nin evine gönderir. Ama Emine bu işe ‘Hayır’ der. Üstüne üstelik yazara kolsuz olduğu için ağır hakaretlerde bulunur. Kendisi hakkında söylenen lafları yazar muhtarın ağzından duyunca deliye döner. Ona göre İsmail , Emine’yi laik birisi değildir.
Birkaç hafta sonra , İsmail’in Emine ile evlenmek üzere hazırlık yaptığını kahvede işitir. Emine’yi kafasından silmeyi başarmış; fakat bir türlü kalbinden atamamıştır. İkinci kez hayal kırıklığına uğrar. Bunun hıncını Süleyman’ı azarlayarak , karısı hakkında ileri geri konuşarak çıkartır. Bu kavgadan sonra, Süleyman daha fazla dayanamaz ve köyü terkeder. Yazar pişmandır ama çok geçtir.
Süleyman’ın evi terketmesinden sonra, kendisine yardım etmesi maksadıyla Emeti Kadın’ı tutar. Onun Hasan adında bir torunu vardır. Emeti kadın hem torunu Hasan’ı hem de yazara bakmaktadır. Torunu Hasan küçük bir çobandır. Yazar, onunla koyunları otlatmaya çıkar. Böylece hem Emine’yi tekrar görmek hem de acılarını unutmak ister. Bu sırada dağların arkasından top sesleri gelmektedir. Buradan da anlaşılacağı gibi savaş köye doğru gelmektedir. Bu arada Emine İsmail’le evlenir. Yazar , bir daha köyün içinde gezemez olur.
Aradan fazla geçmez. Köye bir şeyh gelir. Köylülere , yurdumuzun düşmanlar tarafında zaptedildiğini ve niyetlerini Anadolu’yu elimizden almak olduğunu; yeşil sarıklıların bizi düşmana karşı savunduklarını ve müslüman olmak isteyen Kraliçe’den bahserder. Bu olayı yazar, Emeti Kadını’ın duyduklarından öğrenir. Bunun üzerine yazar sinirlenir ve şeyhe gider , onunla kavga eder.
Savaş cephelerde son surat devam etmektedir. Düşman uçakları köyün üzerinde kol gezmekte ve bir takım kağıt parçalarını yere atmaktadır. Kağıtta’ Sakın yerinizden yurdunuzdan olmayınız. Biz size kötülüık etmeğe gelmiyoruz. Halife ve padişah bizimle beraberdir. Biz sizi Kemal’in çetelerinden kurtarmak için harbediyoruz.’ yazar. Köylüler, bunu okuyunca yazar , her birinin gözünün parıl parıl parlamağa başladığını görür. Bir akşam üstü eve dönmek üzere iken ‘ Davranma !’ diye bir sesle irkilir. Yazar ilk başta anlamazlıktan gelir ;fakat bir kaç adım atar atmaz bir kurşun kulağının dibinden bir arı gibi vızıldayarak geçer. Yazar , bunun bir asker kaçağı olarak düşünür; ama ateş eden bir Türk askeridir. Az kalsın bir Türk askerinin kör kurşununa hedef olacaktı. Onlara durumu anlattıktan sonra birliğin( topçu müfrezesi) komutanlarından savaş hakkında bir kaç bilgi alır. Konuşmalardan yazar, Türk Ordusu’nun savaşı kazanacağından ümitperver olur. Artık savaş , köye çok yakın yerlerde cereyan etmektedir.Bu sebebten dolayı birlikler, köy yollarını kullanmaktadır.
Bir gün inanılmaz bir olay olur. Yazar , muhtar ve diğer köy ahalisi kahvede otururlarken, uzaktan çok dağınık halde bir birlik gelmekte olduğunu görmektedirler. İlk başta düşman sanılan birliğin daha sonra Türk Ordusu’ndan olduğu anlaşılır. Bekir Çavuş, savaşın son gelişmelerinden haberdar olmak için askerlerden bir kaç tanesini ‘ Komutanınız nerede ?’ diye sorar. Daha sonra birlik komutanı bir Başçavuş çıkagelir. Başçavuş yorgun ve perişan haldedir. Bir süre Başçavuşla muhtar bakıştıktan sonra sarmaş dolaş olular. Çünkü o, bir zamanlar köyde yaşamış ve öldü sanılan Emine’nin babasıdır. Bir kaç cephedeki olaylardan ve son gelişmelerden konuştuktan sonra muhtar ona kızı Emine’yi hatırlatır. Daha sonra muhtar ‘ Daha önce nerelerdeydin?’ diye sorar. Bunun üzerin Başçavuş, on yıl Moskof’a esir düştüğünü ve esaret yıllarını anlatır.Bu arada Emine kahvehaneye babasıyla görüştürülür. İlk başta Emine, ürkek bakışlarla babasına baktıktan sonra göz ucuyla da yazara bakar ve utangaçlığından ne yapacağını bilemez.Bir süre bakıştıktan sonra yazar, Emine’nin artık İsmail’i sevmediğini bakışlarından anlar. Artık bu noktadan sonra, yazarla Emine arasında bakışmalarla birbirlerine olan aşklarını ilan ederler. Ama bir sorun vardır: Emine’nin İsmail’le evli olması. Bir müddet sonra Başçavuş, anasını görmeye gider; askelerini de bir süre mola yapmak üzere muhtara bırakır.
Ertesi gün, sabah erkenden birliğin yola çıktığın öğrenilir. Dağın arkasındaki top sesleri iyiden iyiye artmaktadır. Köylüler bu olaya karşı tedirgindir. Çoban Hasan’la yazar arada sırada koyunları yaylaya çıkartırlar. Fakat, bir gün Küçük Hasan yaylaya kendisi gider. Ne olduysa o gün olur. Yazar, Küçük Hasan’ın ‘Geliyorlar’ diyerek bağırmasıyla uyanır. Hasan’a ‘ne olduğunu ‘ sorar. Benzi solmuş, soluk soluğa kalan Hasan :
aha onlar… senin dediklerin…Te karşıki belin üstünden yürüyüp geliyorlar.
Yazar bir süre kendini toparlayamaz. Çocuğun yüzüne bön bön bakar. Endişe ile apar topar bir kaç eşyasını toplamaya başlar; fakat kolu olmadığı için yardıma ihtiyacı vardır. Emeti Kadın’ı arar ama bulamaz. Evin etrafına bakınır hiç kimseyi bulamaz. Belliki köylü korkudan saklanmış olmalı. Düşmanın hemen köye girmek üzere olduğu, ağır topçu taburunun araba ve demir şakırtılarının seslerinden anlaşılıyordu. Yazar hemen kapısını kilitler, pencereleri kapatır. Aradan fazla geçmez. Dışarıda garip garip sesler gelmektedir. Bu sesler Yunanca idi. Köy tamamen düşman askerleri tarafından ele geçilir. Her eve baskın düzenlerler. Bulduklarını köy meydanına çıkartırlar. Sırada yazarın evi vardı. Asker kapıyı açmaya çalışır aman nafile kapı kilitlidir. Son çareyi kapıyı kırmakta bulur.
İlk başta yazar, askere diklenmeye çalışır ; sonuç vermeyince kendini düşman askerine bırakır. Bir süre sonra yazar, arayıpta bulamadığı köy halkının toplandığı yere götürülür. Burada askerler kadınlara, genç kızlara tacizde bulunur. Yazar bundan rahatsızlık duyar. Aslına bakarsan o, sadece Emine için endişe duymaktadır. Emine’ye baktıkça hem onları korumak hem de Emine’ye sakat olduğu halde erkekliğinden ödün vermediğini göstermek maksadıyla askerlerin arasından Rumca bilene, onu komutanın yanına götürmesini ister. Asker onu alır, komutanının yanına götürür. Yazar Fransızca bildiği için ona, Fransızca olarak askerlerinin halkı eziyet ettiklerini ve genç kızlara tacizde bulunduğunu ifade eder. Yunan subayı onu dinledikten sonra tekrar toplanma noktasına geri götürür. Ve askerlere ve köy halkına eziyet edilip edilmediğine dair sorular sorar. Ahali korktuğu için bir şeyler söyleyemez. Daha sonra askerler, köydeki bütün evleri arama yaptırarak silah namına ne varsa hepsini toplattırır. Ve köylülerden yiyecek, içecek toplarlar ve bunu para karşılığında aldıklarını göstermek maksadıyla öylülere bir kağıt verirler. Cahil köylüler buna inanır ve olan tüm yiyeceklerini teslim ederler. Halbuki Türk askerleri geldiğinde onlardan her şeylerini esirgemişlerdi. Eski bir subay olan yazar, düşmanın köylülerden yiyecek ve içecek toplamasından en az bir iki haftaya kalmaz köyden ayrılacaklarını yorumlar. Bir kaç gün ilerledikten sonra, yazar Emeti Kadın’ın çığlıkları ile uyanır. Hasan’ı işkence ederler. Zavallı çocuk her tarafı yara bere içinde , acılar içinde kıvranmaktadır. Yazar ilk başta Hasan’ın öldüğünü zanneder ama nabzını yokladığında yaşıdığını farkeder. Yazarın endişesi giderek artar.
Ertesi gün , askerler topladıkları eşyaları saracak bir şey aramak için yazarın evini basarlar. Hasan o esnada çarşafın arasında yatmaktadır. Yazar, askerlere ‘Ne istiyorsunuz’der. Onlar cevap vermeden , aniden çarşafı öyle bir hızla çekerler ki Hasan yere ‘ pat’ diye sertçe yere düşer. Zaten hali perişan olan Hasan, bu sefer ölümü atlatamaz. Olduğu yerde yığılır kalır. Emeti Kadın ve yazar Hasan’a yardım etmek için koşarlar ;fakat Hasan ölür. Ağlamalar, sızlamalar… yazar kendini tutamayarak askere bir yumrukta yere serer. Olaylar bu esnada cereyan eder. Köylüler ilk defa da olsa yazarı haklı bulur ve askerlerin üzerine yürürler. Ortalık karışır. Bu karışıklıktan yararlanarak Emine ile yazar kaçarlar. Bu esnada yazar , böğründen vurulur. Fakat bu acıyı o anda hissetmez.sadece yazar değil, aynı zamanda Emine de sol bacağından yaralanmıştır. Kaçabildikleri yere kadar kaçarlar. Bir yere vardıklarında oturup dinlenmeye karar verdiklerinde vurulduklarını anlarlar. Hele Emine’nin yarası daha ağırdır. Kalkacak durumda değildir. Bu sebebten dolayı yazar Emine’yi yalnız bırakır ve yoluna devam eder…
YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
İlk ve orta öğrenimini Manisa, İzmir ve İskenderiye’de tamamladı, İstanbul’a geldi (1908). Peyam (1915) ve İkdam (1916...) gazetelerine makale ve hikayeler yazdı. Milli Mücadele yıllarında Anadolu’ya, Mustafa Kemal saflarına geçti. Milletvekili; Tiran (1934), Prag (1936), Lahey (1939), Bern (1942) elçisi oldu. Ulus gazetesinde (Ankara) başyazarlık yaptı, sonuncu Manisa milletvekilliği dört sene sürdü (1961-1965). Ölümünde Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanı bulunuyordu. Cenazesi İsanbul’a getirildi, Beşiktaş’ta Yahya Efendi Mezarlığı’na gömüldü. Hayatına Fecriati topluluğunda romantik-realist hikaye ve mensur şiirle başlayan (1909); deneme, makale, oyun, monografi ve anı türlerinde eserler bırakmış olan Yakup Kadri, yaygın şöhretini romanlarıyla sağladı. Tarih ve toplum olaylarından her birini bir romanına konu edinerek, Tanzimat devriyle Atatürk Türkiyesi arasındaki dönem ve kuşakların geçirdikleri sosyal değişim ve bunalımlarını, yaşayış ve görüş farklarını işledi; düşünceye dayalı tezli eserler verdi.Pek çoğu yabancı dillere de çevirilmiş ve tükendikçe yeni baskıları yapılagelen eserleri, türlerine ve ilk basım yıllarına göre şöyledir: Hikaye kitapları: Bir Serencam (1913), Milli Savaş Hikayeleri (1947), Hikayeler (il hikayeleri, 1985; Der.:Dr.N.Akı)
Romanları: Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922), Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1934), Bir Sürgün (1937), Panorama (iki cilt, 1953/54), Hep O Şarkı (1956)
Nesirler ve Yazıları: Erenlerin Bağından (1922), Kadınlık ve Kadınlarımız (1923), Ergenekon (1929, iki cilt), Okun Ucundan (ilk ikisi ile birlikte, 1940), Alp Dağlarınan ve Miss Chalfrin’in Albümünden (1942). Monografiler: Ahmet Haşim (1934),Atatürk(1946)
Anıları: Anamın Kitabı (çocukluk anıları, 1957), Vatan Yolunda (Kurtuluş Savaşı anıları, 1958), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969), Zoraki Diplomat (elçilik anıları,1955), Politikada 45 Yıl (siyaset anıları, 1968).Oyunları: Tiyatro Eserleri (4 oyun,1984)
En ünlü eseri Yaban romanı, C.H.P. 1942 Roman Mükafatı’nda ikincilik kazanmıştı.
Atilla Özkırımlı’nın baskıya hazırladığı Bütün Eserleri İletişim Yayınları’nda çıkıyor (19.cilt,1990).
Y.Kadri Karaosmanoğlu
Sefiller
Birkaç kez kaçma girişiminde bulunduğundan mahkumiyet süresi 19 seneye çıkarılır 1815’de serbest bırakılır. Valjean Güney Fransa’da D kasabasına gider. Bir kürek mahkumu olduğundan kimse onu barındırmak istemez. Sonunda yaşlı ve çok iyi bir insan olan kasabanın piskoposu onu yanına alır ve ona çok iyi davranır. Valjean onun bu konuk severliğine piskoposun yemek takımlarını çalmakla karşılık verir. Polis kısa bir süre sonra Valjean’I yakalar ve piskoposa getirir piskopos Valjean’I hayrete düşürürcesine, yemek takımını Valjean’a hediye verdiğini söyler. Valjean’ın karşılaştığı bu durum onu derinden etkiler. Ondan sonra piskoposun güvenine layık olmaya mümkün olduğu kadar erdemli ve dürüst bir hayat sürmeye söz verir.
Valjean yıllar sonra takma bir adla Kuzey Fransa’da mücevherat üreticisi olarak devam ediyordur. Üretimde bir iki basit gelişme gerçekleştiğinden şimdi varlıklı bir insandır. Kasaba halkının güvenini kazanmış ve hatta belediye başkanı bile seçilmiştir. Kasabanın müfettişiJavert, tam bir dedektiftir ve amirinin kişiliğinden şüphe eder. Onu tam yakalattıracağı sırada adının Valjean olduğu bir diğer insanın başka bir suçtan yakalandığını ve tekrar kadırgaya gönderileceği haberini alır. Çok mahçup duruma düşen polis müfettişi belediye başkabıbdan özür diler, onun hakkında şüphelere düştüğünü anlatır. Valjean kendi adını taşıyan suçsuz bir insanın acı çekmesinden ötürü vicdan azabı duyar. Kahramanca bir hareketle mahkemeye gider, kendisini tanıtır ve kendi isteğiyle kürek mahkumluğuna döner. Birkaç yıl sonra tekrar kaçar ve kuzeye gider. Üretici olarak iş yaptığı yılların karşılığı olan parayı buraya gömmüştür. Para onu rahatça geçindirebilecek ve çevresinede yardım etmesine de imkan verecektir. İlk işi Cosetta adında bir kızı aramak olur. Kız bir zamanlar yanında çalışan Fantina’nın kızıdır. Fantina kızına bakmak için fahişelik yapmıştır. Fantina artık ölmüştür ve onu yetiştiren üvey anne ve babası ona kötü muamele etmektedir. Valjean onu evlatlık alır ve ona derin bir sevgiyle bakmaya başlar. Beraberce Parise giderler. Valjean bir rahibe manastırında bahçıvan olarak çalışmaya başlar ve Cosette da manastırın okuluna gider.
Cosetta büyüyünce Parisli bir öğrenci olan marius Pontmercy adında bir genç onunla ilgilenir. Cosette ve Marius, Paris’in Luxenburg Gardens adındaki parkında tanışırlar ve Valjean’ın kendisini ve Cosette’yi gizli tutmasına rağmen gizliden gizliye mektuplaşırlar.
Olaylar, ülkedeki iç huzursuzluklar sırasında doruğa ulaşır. Sosyalistler 1832’de, Paris’te hanedanlığa karşı başarısız kalan bir baş kaldırma hareketine girişirler Marius ve arkadaşları bu isyanda yer alırlar ve sosyal adalete bağlılığından ötürü kim olduğunun meydana çıkmasına bile aldırış etmeyen Valjean da isyana katılır. Sokak çatışmalarının ortasında eski düşman Javert ile karşılaşırlar. Onun bütün hayatı şimdi ellerindedir.Gerçi bir tek kurşun Javert’I ortadan kaldıracaksa da Valjean Jvert’ı serbest bırakır. Valjean’ın bu davranışı Javert’in, kesin meşruiyet ve hukuka dayanan ahlaki dünyasını alt üst eder. Hayatında ilk defa olarak bir mahkumun kanuna saygı duyan bir vatandaştan daha iyi bir insan olacağını düşünür ve kendini öldürür.
Bu arada barikatlar ardına çekilen isyancılar çevrilir. Karşı tarafın kuvvetleri daha fazladır. Çarpışmalar sırasında Marius ağır yaralanır. Valjean Marius’u, sırtında taşıyarak yer altındaki lağım kanallarına götürür. Burası hoş bir yer olmasa da, çatışma alanından uzaktır. Kendisini tamamen kaybetmiş ve hemen hemen ölü olan Marius, büyükbabasının evine getirilir. Marius hayatını kimin kurtardığını bilmemektedir.
Valjean, Cosette ile Marius arasına girmemeye karar verir. Cosette’nin Marius’u sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini anlar. Cosette’ye büyük miktarda para verdikten sonra inzivaya çekilir. Marius önceleri bunu kabul eder fakat hayatını kurtaranın Valjean olduğunu öğrenince Cosette ile birlikte son bir defa görmek için ihtiyar adamın yatak ucuna giderler. Valjean ölüm yatağında, seneler önce, evliya gibi biri olan psikopozun inanılmaz bir jestle kendisine hediye ettiği ve böylece Valjean’ın ruhunu kazandığı gümüş şamdanlığı Cosette’ye hediye eder.
Victor Hugo
Valjean yıllar sonra takma bir adla Kuzey Fransa’da mücevherat üreticisi olarak devam ediyordur. Üretimde bir iki basit gelişme gerçekleştiğinden şimdi varlıklı bir insandır. Kasaba halkının güvenini kazanmış ve hatta belediye başkanı bile seçilmiştir. Kasabanın müfettişiJavert, tam bir dedektiftir ve amirinin kişiliğinden şüphe eder. Onu tam yakalattıracağı sırada adının Valjean olduğu bir diğer insanın başka bir suçtan yakalandığını ve tekrar kadırgaya gönderileceği haberini alır. Çok mahçup duruma düşen polis müfettişi belediye başkabıbdan özür diler, onun hakkında şüphelere düştüğünü anlatır. Valjean kendi adını taşıyan suçsuz bir insanın acı çekmesinden ötürü vicdan azabı duyar. Kahramanca bir hareketle mahkemeye gider, kendisini tanıtır ve kendi isteğiyle kürek mahkumluğuna döner. Birkaç yıl sonra tekrar kaçar ve kuzeye gider. Üretici olarak iş yaptığı yılların karşılığı olan parayı buraya gömmüştür. Para onu rahatça geçindirebilecek ve çevresinede yardım etmesine de imkan verecektir. İlk işi Cosetta adında bir kızı aramak olur. Kız bir zamanlar yanında çalışan Fantina’nın kızıdır. Fantina kızına bakmak için fahişelik yapmıştır. Fantina artık ölmüştür ve onu yetiştiren üvey anne ve babası ona kötü muamele etmektedir. Valjean onu evlatlık alır ve ona derin bir sevgiyle bakmaya başlar. Beraberce Parise giderler. Valjean bir rahibe manastırında bahçıvan olarak çalışmaya başlar ve Cosette da manastırın okuluna gider.
Cosetta büyüyünce Parisli bir öğrenci olan marius Pontmercy adında bir genç onunla ilgilenir. Cosette ve Marius, Paris’in Luxenburg Gardens adındaki parkında tanışırlar ve Valjean’ın kendisini ve Cosette’yi gizli tutmasına rağmen gizliden gizliye mektuplaşırlar.
Olaylar, ülkedeki iç huzursuzluklar sırasında doruğa ulaşır. Sosyalistler 1832’de, Paris’te hanedanlığa karşı başarısız kalan bir baş kaldırma hareketine girişirler Marius ve arkadaşları bu isyanda yer alırlar ve sosyal adalete bağlılığından ötürü kim olduğunun meydana çıkmasına bile aldırış etmeyen Valjean da isyana katılır. Sokak çatışmalarının ortasında eski düşman Javert ile karşılaşırlar. Onun bütün hayatı şimdi ellerindedir.Gerçi bir tek kurşun Javert’I ortadan kaldıracaksa da Valjean Jvert’ı serbest bırakır. Valjean’ın bu davranışı Javert’in, kesin meşruiyet ve hukuka dayanan ahlaki dünyasını alt üst eder. Hayatında ilk defa olarak bir mahkumun kanuna saygı duyan bir vatandaştan daha iyi bir insan olacağını düşünür ve kendini öldürür.
Bu arada barikatlar ardına çekilen isyancılar çevrilir. Karşı tarafın kuvvetleri daha fazladır. Çarpışmalar sırasında Marius ağır yaralanır. Valjean Marius’u, sırtında taşıyarak yer altındaki lağım kanallarına götürür. Burası hoş bir yer olmasa da, çatışma alanından uzaktır. Kendisini tamamen kaybetmiş ve hemen hemen ölü olan Marius, büyükbabasının evine getirilir. Marius hayatını kimin kurtardığını bilmemektedir.
Valjean, Cosette ile Marius arasına girmemeye karar verir. Cosette’nin Marius’u sevdiğini ve onunla evlenmek istediğini anlar. Cosette’ye büyük miktarda para verdikten sonra inzivaya çekilir. Marius önceleri bunu kabul eder fakat hayatını kurtaranın Valjean olduğunu öğrenince Cosette ile birlikte son bir defa görmek için ihtiyar adamın yatak ucuna giderler. Valjean ölüm yatağında, seneler önce, evliya gibi biri olan psikopozun inanılmaz bir jestle kendisine hediye ettiği ve böylece Valjean’ın ruhunu kazandığı gümüş şamdanlığı Cosette’ye hediye eder.
Victor Hugo
Kaydol:
Yorumlar (Atom)