26 Haziran 2007 Salı

Tek Adam

Üç çocuğunun peş peşe ölmesinden sonra Zübeyde’nin hasretle beklediği sarı saçlı mavi gözlü Mustafa bazı kaynaklara göre 1880 bazı kaynaklara göre 1881 yılında SELANİK’te bir Müslüman Mahallesi olan Ahmet Subaşı da dünyaya geldi. Mustafa’nın dünyaya geldiği sırada babası Ali Rıza Efendi kereste tüccarlığı yapıyordu. Ali Rıza Efendinin işleri ileride Rum eşkiyası yüzünden bozulmuştu. Ali Rıza Efendinin işlerini yürütememesi kendisini moral ve fizik bakımından çökertti ve Ali Rıza Efendi 47 yaşında hayata veda etti. Ali Rıza Efendi öldüğünde Mustafa 7 yaşında ve evin tek erkeğiydi.
Okul zamanı geldiğinde Mustafa ilk önce annesinin gönlü olsun diye mahalle mektebine daha sonra babasının ustalıklı bir manevrasıyla Şemsi Efendi okuluna kaydedildi. Bu okulda 1891 yılına kadar okudu. Daha sonra, babasının ölümü üzerine dayısı tarafından çiftliğe götürüldü. Çiftlikte okul olmayınca ve Mustafa’nın eğitimi aksayınca, Mustafa Selanik’e teyzesinin yanına gönderilerek Mülkiye Rüştiyesine yazıldı. Fakat hocalarla olan anlaşmazlığı yüzünden okulu bıraktı ve annesinin tüm karşı çıkmalarına rağmen Askeri Rüştiyeye girdi.
Mustafa rüştiyeyi çok sevmişti. Derslerinde başarılıydı ve hocaları çok iyiydi. Bir süre sonra Matematik hocası Yzb. Mustafa Efendi Mustafa’ya bütün dünyanın ilerde öğreneceği bir isim hediye etti:Kemal! O günden sonra Mustafa adı Mustafa Kemal olacaktı.
Mustafa Kemal Rüştiyede iken annesi yeniden evlendi ve Mustafa Kemal bu evliliğe olumlu bakmadı. Bu yüzden evi terk edip uzak akrabaları Rukiye Hanım’ın yanına sığındı.
Mustafa Kemal doğduğu şehir Selanik’ten tahsil için ilk kez ayrılarak Manastır İdadisine gitti. Burada Ömer Naci ile kendisine etkileri olan dostlukları oldu.
Ömer Naci Manastır idadisinde Mustafa Kemal’i yakın arkadaşı idi ve O’na edebiyat ve hitabet aşkını aşıladı.
Manastır idadisi 1898 yılında bitirdi ve 1899 yılında İstanbulda bir Harbiye’li oldu. Harbiye’deki kitapsızlığın ve bilgisizliğin Mustafa Kemal nesli üzerinde şu tepkisi oluyordu ki yokluklar ve yetersizlikler onların yetişme öğrenme ve düşünme ihtirasını kamçılıyordu.
Mustafa Kemal 10 Şubat 1902’de 21 yaşında Teğmen olarak Harbiye’yi bitirdi. Dokuz yıl önce çiftlikte çalışırken kafasında yaşattığı hayal gerçek oldu.
Mustafa Kemal’i okulu bitirdikten sonra kıtaya göndermediler, kurmay sınıfına ayırdılar. Erkan-i Harbiye’de sadece dersleriyle alakadar olmaz aynı zamanda memleket meseleleri ve siyasi bilgiler ile de alakadar olurdu. Mustafa Kemal 11 Ocak 1905’te akademiyi bitirdi. Çıkarttığı gazete ve arkadaşlarıyla yaptıkları gizli toplantılar sebebiyle Suriye’ye gönderildi.
Suriye’de 25 nci ve 30 ncu Süvari Alaylarında staj gördüler ve kumandaya hiç karıştırılmadılar. Burada arkadaşları Dr. Mustafa ve Müfit ile “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurdular.
Mustafa Kemal Suriye’de çok sıkılıyordu. Vatanı kurtarmak için Suriye’den gitmesi gerektiğine inanıyordu. Bunun için Şükrü Paşaya fikirlerini belirten bir mektup yazdı. Kendisini Selanik’e aldırmasını istedi. Paşadan yumuşak bir cevap gelince Yafa’dan bir yabancı vapura binerek kaçtı. Sonrada Pire’den Selanik’e geçti. O şimdi bir kıta kaçağı ve memleketine ayak basmaması istenen bir kıta sürgünüdür. 4 ay kadar Selanik’te kaldı kendini “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni “İttihat ve Terakki” cemiyeti içinde buldu ve 25 Ekim 1907’de cemiyete dahil oldu.
Üçüncü ordu padişahın sürekli endişe duyduğu bir birlikti. Avrupa’ya yakındı ve Subayların yabancılarla teması kolaydı.
Mustafa Kemalin buradaki hayatı Selanik - Üsküp hattı üzerinde seyahatler, Selanik’te İhtilalci İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki faaliyetler ve ordu kurmayındaki resmi görevleriyle geçer.
Cemiyetin idarecileri ile arası pek iyi gitmedi. Fikirleri yüzünden Enver Bey tarafından geri plana itildi. İhtilal olupta meşrutiyet ilan edildiğinde Mustafa Kemal’in adı hiç duyulmadı.
Mustafa Kemal Cemiyetle meşgul olan Subayların ya orduyu bırakmalarını ya cemiyetten büsbütün ayrılmalarını istiyordu. Toplantılarda: “Asıl mesele şimdi başlıyor. Asıl mesele ihtilalden sonraki meseledir. Geceler çok şeylere gebe. Ufuklarda tehlike bulutları görüyorum. Hele ordunun siyasete karışması işi artık bitmelidir. Ordu kışlasına ve siyasetçi siyaset meydanına. Halbuki bizimkiler ?...” demekteydi. Bu sözler cemiyet çevresinde tepkilere yol açtı. Ona karşı şüphe ve güvensizlik arttı.
Fakat Cemiyetin sivil lideri Talat Bey Mustafa Kemal’e güvenmekte ve ondan hizmet istemekteydi. Osmanlı Afrika’sını temsil eden Trablus’ta durum iyi değildi, ve oraya gönderildi. Burası bir sürgün yeriydi. Fakat sürgün yeri iyi seçilmişti. Bu onun için hem çile, hem imtihandı. Mustafa Kemal Trablus’ta görevini bitirdiğinde İtalyan uşakları dize getirilmiş, devletin otoritesi sağlanmış ve itibarı iade edilmişti.
Meşrutiyete karşı ilk ayaklanma 31 Mart 1909’da patladı. 15 Nisan 1909’da Selanik’ten hareket eden Hareket Ordusu isyanı bastırdı; padişahı tahttan indirdi ve yerine Reşat isimli Şehzadeyi geçirdi. 13 Nisan irtica hareketleriyle beraber Adana ve çevresinde başlayan Ermeni karışıklıklarını da bastırıldı.
1 Ekim 1911’de İtalyanlar Trablus’u abluka altına aldıklarında Enver Bey, Mustafa Kemal ve diğerleri sivil olarak Trablus’a gitti. Ancak gönüllü cepheleri oluşturarak çarpıştılar. Uşi anlaşmasının imzalanması ile tekrar İstanbul’a döndüler.
Balkan Harbi Mustafa Kemal’in Selanik’te iken savunduğu fakat ittihat ve terakkinin bilhassa Enver Bey’in hoş görmediği fikirlerin doğruluğunu ne yazık ki ispatladı.
Balkan Harbinden 13 Ay sonra Enver Paşa, Talat Bey, Mebusan Reisi Halil Bey ve Sadrazam Sait Halim Paşa padişaha bile haber vermeden Almanlar ile ittifak yaptılar. Daha sonra iki Alman zırhlısının boğaza demirlemesi ve bunlara Türkçe isimler verilerek Rus limanlarının bombardıman etmesi ile Osmanlı İmparatorluğu fiilen Birinci Dünya Harbine girdi.
Mustafa Kemal bu sırada Sofya Ateşe Militerliğindeydi ve kendisine vatana ve cepheye dönme yolu görünmüştü.
Mustafa Kemal Çanakkale cephesinde ilk savaşlarını yürüttü; tarihte eşi az görülen bir kan ve ateş imtihanından geçerek, kahraman bir savaşçı üstün bir kumandan olarak belirdi.
Çanakkale’de görevini tamamlayıp oradan ayrılan Mustafa Kemal, o kanlı sırtlar üzerinden kopup İstanbul’a yönelirken artık eski Mustafa Kemal değildi. İstanbul’a geldiğinde anlamıştı ki, kendisine İstanbul’da yapacak iş yoktu İstanbul onun dilinden ve düşüncelerinden anlamayacaktı.
Mustafa Kemal 13-14 Mart 1916’da Diyarbakır’a vardı. 1 Nisan 1916’da Mirlivalığa (Tuğgeneral) terfi ettirildi. Mustafa Kemal cepheyi devraldıktan bir süre sonra, Kozma dağı bölgesinden taarruza geçen Rus ordusu kanlı süngü savaşları ile geri püskürttüldü. Çeşitli harekattan sonra önce Muş sonra Bitlis düşmandan geri alındı. Bir ara aynı cephede 2 nci Ordu Kumandanlığına tayin oldu.
31 Ekim 1918’de ise Limon Van Sanders’ten Yıldırım Ordular Komutanlığını aldığı gün harbin bittiğini öğrendi.
3 Kasım 1918’de Mondros Antlaşmasının bir metnini istedi. Anlaşma şartlarını öğrendiği günlerde bir taraftan işgal kuvvetlerinin çıkardığı meselelerle uğraşırken diğer taraftan İzzet Paşa ile tartışmak ve ilgi çekici muhabereler ile meşgul idi. 7 Kasım 1918’de hem 7 nci ordu hem Yıldırım Ordular Komutanlığı lağvedildi. Mustafa Kemal vazifesiz kaldı. Bu arada İzzet Paşa, Mustafa Kemal’e o sıralarda İstanbul’da bulunmasının uygun olacağını bildirdi ve Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a hareket etti. Adana treninden inipte Haydarpaşa rıhtımına ayak basınca karşılaştığı manzara şuydu; 55 düşman gemisi zafer bayraklarını açarak İstanbul limanına girmektedir. Ama bu manzara karşısında, bu hava içinde, kılı bile kıpırdamadan: “Geldikleri gibi giderler.” dedi.
1919’da Samsun ve havalisindeki yerli Rumlar, hele İngiliz ve Fransızların gölgesinde Yunan gemilerinin İstanbul sularına gelmelerinden, Karadeniz kıyılarında gösterişli bir şekilde dolaşmalarından cüret alarak müdafaasız Türk halkına saldırdılar. Halbuki Yunanlılara ve onlarla beraber işgal kuvvetlerine göre ise, Türkler Karadeniz kıyıları ile bilhassa Samsun ve Havalisindeki Rum’lara saldırıyordu.
1919 Nisanında işgal kuvvetleri kumandanları hükümete bir nota vererek bu saldırıların önlenmesini istedi. Böylece hükümet telaşa düştü ve olaylar biraz tesadüflerin fakat daha çok Mustafa Kemal ile arkadaşlarının hesaplı hazırlıkları ile nihayet O’nun bu bölgeye 3 ncü Ordu Müfettişi olarak ve bizzat padişah ve Ferit Paşa tarafından gönderilmesi imkanını sağladı.
Mustafa Kemal 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket etti ve Samsun’a vardı.
Bu varışını Nutkunda şöyle anlatır:
“1335 (1919) senesi Mayısının 19’unda Samsun’a çıktım.”
CİLT 2 1919-1922 DÖNEMİ :
Tek Adamın 2 nci cildi; 1919 Mayısının 19’unda SAMSUN kıyısında başlayan zorlu var oluş mücadelesinin 1922 EYLÜL’ünün 9’unda İZMİR kıyılarında zafer şarkıları ile noktalanışının öyküsüdür.
Yollar vardır meçhulün önümüze serdiği çizgilerdir. Bu yollarda yolcu, talihinin tezgahında kendi kaderini dokur. Mustafa Kemal’in SAMSUN’da başlayıp ERZURUM’a, SİVAS’a çıkan ve sonra ANKARA’ya, İZMİR’e ulaşan yolculuğu da böyle bir yolculuktu. Bu yollar da O, talihi ile boğuştu. Kaderini dokudu ve Onun kaderi bizimde kaderimiz oldu.
Mustafa Kemal Anadolu karasına ayak bastığı ilk günden itibaren kurtuluşun tek yolunun halkı inandırmaktan geçtiğine inanıyordu. Ve bunun için gerek SAMSUN’da gerekse Havza ve AMASYA’da halkın ileri gelenlerini bu işe inandırmaya çalıştı ve bu işte de büyük ölçüde başarılı olarak mücadelesine başladı.
Atatürk’ün Anadolu karasında ilk önemli durağı ERZURUM’du. Asırlardan beri ilk defa İSTANBUL dışında Anadolu’nun bağrında ve yine onun bağrından kopup gelen bir grup vatanperver, Millet adına bazı kararlar alıyordu. Ve bu grup 1919 Temmuzunun 23’ünde Yapı Usta Okulunun tahta sıralarında Milletinin ebedi önderliğine getiriyordu Mustafa Kemali. Artık Onun her adımı Milletinin adımı, her sözü Milletinin sözü, İSTANBUL Hükümetine ve işgalci Avrupa’ya karşı her seslenişi, Milleti adına yapılmış bir sesleniş olacaktı. Ve O her geçen gün sesini yükseltmeye devam edecekti.
“Milli Sınırlar İçinde Vatan Bir Bütündür Bölünemez” deniyordu ERZURUM’da, SİVAS’ta “Kuva-yı Milliyeyi amil Milli İradeye Hakim Kılmak Esastır, Merkezi Hükümet Milli İradeye Tabi Olmalıdır. Milli Meclis Toplanmalıdır.” Halkın doğudan yükselen sesine batıdan da BALIKESİR, Alaşehir, Akhisar, Nazilli, DENİZLİ, Soma, BANDIRMA yörelerinden Kuva-yı Milliyenin sesi katılıyordu.
Atatürk diyordu ki; “Umumi kaide şudur ki, genel durumu yönetme ve yürütme sorumluluğunu üzerine alanlar, en önemli hedef ve en yakın tehlikeye mümkün olduğu kadar yakın bulunurlar.” Bahsettiği yer Milli Mücadelenin kalbi ANKARA idi. 27 Aralık 1919 günü ANKARA Halkı henüz 38 yaşındaki genç önderlerini sonsuz bir güvenle bağırlarına basıyordu. ANKARA’lıların coşkusu 23 NİSAN 1920 günü daha da artacaktı. Çünkü artık söz Milletindi. Bundan sonra Millet kendi adına konuşacak olanı kendisi seçecekti. 23 Nisan 1920 günü Mustafa Kemal’in deyimiyle “Hakikatlerin En Büyüğü” olan TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ açıldı. TBMM demek halkın sesi demekti, halkın nefesi demekti ve halk sessizliğini TBMM ile bozacaktı. Yüzyıllardan beri kendisini savaşma aracı olarak kullanan Osmanlı Hanedanına yeter diyecekti. Onun savaşı artık ne Osmanlı Hanedanına ganimet kazandırmak için ne de bilinmeyen duyulmayan ülkeler’de macera aramak için değildi. O artık sadece ülkesini işgal eden batı dünyasına karşı namusunu kurtarmak için savaşacaktı. Önce İstanbul Hükümeti parmağı ile çıkartılan 60 yakın irili ufaklı isyan bastırıldı birer birer. Bu isyanların bastırılması demek zaten tükenmek üzere olan Osmanlının sonu demekti, zira o son kozlarını oynuyordu Anadolu üzerinde ve yıkılış onun için kaçınılmazdı artık.
Şimdi sıra, İngiliz güdümünde olan ve kendi hesabına göre çok kolay görünen Anadolu’nun işgali için sonu gelmez bir maceraya atılan ve Anadolu bozkırında yenilmeye mahkum Yunan Ordusuna geldi.
Mustafa Kemal için askerlik bir sanattı. Mustafa Kemal kendine bu sanatı seçmişti. Kendini askerliğe vermişti ama savaşı seven, savaşı arayan bir kişi değildi. Günlük hayatında ve anılarında savaşı hiçbir zaman özlemedi..
1 nci ve 2 nci İnönü Muharebeleri ile sadece düşman değil, Milletinin makus talihi de yenilmiş oldu. Daha sonra tarihin en uzun meydan muharebesinde Başkomutan sıfatıyla Sakarya da “Hattı Müdafaa Yoktur, Sathı Müdafaa vardır. O Satıh Bütün Vatandır.” diyerek hem harp tarihine dehasını altın harflerle yazdırıyor, hem de Yunan Kuvvetlerinin Anadolu bozkırında giriştikleri bu maceranın onlar için nedenli acı bir yenilgiyle noktalanacağının adeta işaretlerini veriyordu Başkomutan Mustafa Kemal. Sakarya Zaferinden sonra bir yıl gibi uzun bir süre hazırlık yapan ordumuz nihayet Yunan Kuvvetlerini Anadolu’dan atmaya hazırdı. Biliyordu ki artık nihai zafer çok yakındı. 26 Ağustos sabahı Atasından aldığı “Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir İleri” emri ile Türk Orduları coşkun bir sel gibi Yunan Ordusunu öne katarak İZMİR’e kadar aktı.
Mustafa Kemal emir komuta ettiği ordusuyla Avrupayı dize getirdi. Yaptığı tarihi bütün dünya tarih kitaplarına yazdı. Çünkü mensubu olduğu milletin tarihi dünyanın sahip olduğu en değerli varlıktı.
CİLT-3 1922-1938 DÖNEMİ :
1922’de muharebe meydanında biten Milli Mücadele, aslında yeni ve zorlu başka bir mücadeleyi başlattı. Silahını bırakan Gazi Mustafa Kemal’in yolunun üzerinde artık bir sıra aksiyon, fikir ve yeni kuruluşlar vardı.
Savaşın bitmesini müteakip harbin galipleri bu milletin ters giden tarihini yendiğini masa başında da kabul etmek zorunda kaldılar. Artık Milletten kopmuş, çağın gereklerinden uzak, çürümüş bir gövdenin suyu geçmiş dalcıkları haline gelen gölge saltanat müessesesine ve onun uzantısı olan hilafete son verme zamanı gelmişti. Söz artık milletin olacaktı ve milletin olmalıydı. Yakın arkadaşlarının dahi endişelerine ve yer yer karşı koymalarına rağmen Mustafa Kemal saltanatı kaldırdı ve halifelik müessesesinin bir gölgeden ibaret olmasını sağladı. Çok geçmeden de hilafete son verdi.
Barışı kazanmak, savaşı kazanmak kadar önemliydi. Yeni Türkiye’nin Lozan Antlaşması da bu değerde idi. Lozan’da büyük bir mücadele verildi ve asırlık hesaplar görüldü. Çünkü yeni kurulan devlet Osmanlı İmparatorluğunun bütün hesaplarını tasfiyesine muhatap tutuldu. Ama yeni Türkiye mirasçı ve herhangi bir devletin devamı değildi. İtilaf devletlerinin şuursuz istekleri ustaca savuşturuldu ve Türkiye Lozan’da çok önemli bir zafere imza attı.
Yeni bir çocuk doğmuştu ve bu çocuğun adı konmalı idi. Hakimiyeti Milliye kayıtsız şartsız milletin olduğuna göre bu çocuğun adı Cumhuriyet olmalı idi. 29 Ekim 1923’de TBMM’de yapılan oylamada yeni kurulan devletin yönetim şekli Cumhuriyet olarak kabul edildi.
Gazi Mustafa Kemal’in ikinci meclisi açış nutkunda “Devlet şeklinin tekamülü ve demokrasinin kuruluşu ile çağdaş müesseselerin meydana getirilmesi” hedeflerinden ilki gerçekleşmiş, sıra ikinciye gelmişti. Hilafetin kaldırılması ile bu yeniliklere başlandı. Fakat laikliğe gidişte en büyük adım olan bu inkılap yakın arkadaşlarının dahi daha kesin çizgilerle kendisine cephe almasına neden oldu. Başarılı olan her ihtilalden sonra ihtilâlci kadronun kendi içerisinde parçalanması gibi, Milli Mücadeleyi yapan kadroda bu parçalanmada nasibini aldı. Önderlik mücadelesi yapan kimseler özellikle hilafete olan bağlılığı kullanarak uzun yıllar boyunca Mustafa Kemal’i yıpratmaya çalıştılar.
Doğuda “Dini kurtarmak ve halifeliği yeniden kurmak” adına Şeyh Sait tarafından çıkartılan isyan, memleketi en zayıf yerinden vurdu ve hızla yayıldı. Mustafa Kemal “ Takrir-i sükun “ yasasını çıkarttı ve isyan bastırıldı. Sorumlular istiklal mahkemesine verilerek cezalandırıldı. Yeni kurulan Cumhuriyet altı ok diye adlandırılan şu temel ilkeler üzerine inşa edilmeye başlandı: Cumhuriyetçilik,Milliyetçilik, Halkçılık,Devletçilik,Laiklik ve İnkılapçılık.
Batılılaşmak adına yaptığı inkılaplardan en cüretlisi şapka inkılabıydı. Çünkü, o zamanki anlayışa göre şapka Hıristiyanlığın ve gavurluğun bir işareti sayılıyordu ve bu kökleşmiş duygulara yapılan hareket menfi reaksiyonlara en müsait hareketti. Şapka inkılabını hukuk alanında yaptığı yenilikler, medeni kanun ve tevhid-i tedrisat kanunu takip etti.
Değişimi kaldıramayan şer ve kıskançlık güçleri onu İzmir’de öldürmek için pusu kurdular ama kurdukları tezgah kendilerini Yunanistan’a kaçıracak olan motorcu tarafından emniyete bildirildi. Sorumlular belirlendi ve mahkemece yargılandılar. Yargılananlar arasında Terakkiperver Fırka yöneticileri ve milli mücadelenin önemli simaları da vardı.
Daha sonraki yıllar milli ekonomiye geçiş ve inkılap hareketlerinin devamı niteliğindeydi. Yeni alfabe kabul edildi ve Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu Gazinin büyük çabaları ile kuruldu. Ulaştırma ve sanayii alanında Devletçilik İlkesi doğrultusunda büyük atılımlar yapıldı. Dünyada ilk defa olarak 5 yıllık sanayi programları belirlenerek uygulamaya konuldu. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasından sonra Mustafa Kemal’in çabası ile Fethi Okyar tarafından Serbest Fırka bu bir demokrasiye geçme çabası idi ama başarılı olamadı ve parti kendisini lağv etti.
Atatürk’ün son yıllarında HATAY onun büyük davalarından biri oldu. Hastalıktan bitkin düştüğü anlarda bile bu konu ile ilgilendi. Fakat sağlığında HATAY’ın Anavatana katılışını göremedi.
Bir karaciğer yetersizliğinin ilk belirtileri 1937 yılı içerisinde meydana geldi. Hastalık önce yanlış teşhis edildi ve yanlış uygulamalarla vakit kaybedildi. Sonrasında ise geç kalınmıştı.
Mustafa Kemal’in şahsında çağımız bir büyük adam yetiştirmiş ve onun ölümü ile yalnız TÜRKİYE değil dünya bir büyük evladını kaybetmiştir.
Bükreş eski Metropolitinin dediği gibi;
“Onun ölümünden sonra dünya artık eskisi kadar enteresan değildir.”

Şevket Süreyya AYDEMİR

Nietzsche'nin Yaşama Felsefesi

Nietzsche'nin Yaşama Felsefesi
Nermi Uygur ”Güneşle” - Denemeler- Yapı Kredi Yayınları 3. Baskı (Yapı Kredi’de 1.Baskı) Temmuz 1997, İstanbul, s:285

1
Bu yazıda kendime verdiğim ödev şu: Friedrich Nietzsche'nin yaşama felsefesine ilişkin birkaç önemli yönü açıklayacağım. Bu sınırlama, okuyucularımın yazıdan neyi beklemeye hakkı olduğunu, neyi de beklememesi gerektiğini belirtiyor: Nietzsche'nin yaşama felsefesini bütün girdi-çıktısıyla göz önüne serecek değilim burada. Böylesine geniş bir işlem amacımın dışında kalıyor. Bunun birçok nedeni var. Ama hepsini saymasam da olur. Bir ikisine dokunsam yeter sanıyorum. Biri şu: yazının yayılma oylumunu alabildiğine geniş tutamayacağım. Bir de şunu söyleyeyim: Nietzsche'nin yaşama felsefesi düşünme dünyasının tümüyle örtüşür. "Nietzsche'nin yaşama felsefesi" deyimi "Nietzsche'nin felsefesi" deyimiyle anlamdaştır çünkü. "Yaşama" sözü bu felsefenin her yerine sinmiştir, her yanını içten belirler. Nietzsche felsefesinin ana kavramıdır "yaşama". Filozof Nietzsche yaşama filozofudur. Yine de "Nietzsche'nin felsefesi" yerine "Nietzsche'nin yaşama felsefesi" dediğimizde, nesnel bakımdan bu özelliğin altını çizmiş, öznel bakımdan da, bu felsefeyi öğrenmek istediğimizde dikkatimizi en çok hangi kavramda yoğunlaştırmamız gerektiğini açığa koymuş oluruz. Onun için bu yazıdan "Nietzsche'nin felsefesi", başka türlü denildiğinde, "Nietzsche'nin yaşama felsefesi" üzerinde tam bir aydınlanma beklenmemelidir; tam bir aydınlanma beklemek boşuna bir bekleyiş olur. Buna karşılık Nietzsche'nin "yaşama" kavramına ilişkin bazı önemli yönleri aydınlatmak ödevidir bu yazının. Yalnız bu yönler "önemli" yönler olduğundan, bitimde; Nietzsche felsefesinin tümü oldukça doyurucu bir aydınlığa bürünecektir kanısındayım.

2
Genelliklerden, ortalama belirtmelerden, kuşbakışlarından sakınacağım bu denemede. Açıklamalarımı kesitlere bölerek, her kesit için gerektiğinde Nietzsche' den belgeler göstererek, yani Nietzsche'nin kendisini konuşturarak temellendirmek dileğindeyim. Ama Nietzsche'ye böylesine bir yaklaşmanın da bazı güçlüklerle karşılaşacağını gecikmeden söylemek zorundayım. - Bunları örtbas etmek istemediğimizde birkaç belli başlı kökten çıktıklarını görürüz.

İlkin, Nietzsche'nin yaşama felsefesi düpedüz bir filozofun değil, bir ozanın da yapıtıdır. Nietzsche bir ozan-filozoftur. Bu, yapıtlarını biçimde olduğu kadar içerek bakımından da yoğurur. Genel olarak felsefeye özgü bir bilgi-sunma, kavramsal çatılı bilgiler öğretme biçemine yer yoktur çoğun yazılarında. Nietzsche bir aforizma yazarıdır. Özsözlerle konuşur. Birbirinden bağımsız tek tek tümceler, ya da kafaya çivi gibi saplanan kısa kısa tümce öbekleri ortaya koyar. Bazen da, birçok can alıcı durumda dizelerle dışlaştırır yaşama görüşlerini. Alman dilinin büyük ustalarındandır. Bu arada sık sık, söz-sanatlarından yararlanır. (Klasik filoloji okumuş, bir süre de okutmuştur; pek çok klasik filolog gibi, güzel konuşma 'becerisi arada bir aksar gibi görünse de, kuvvetlidir.) Bu dış içe uygun Nietzsche' de. Serinkanlı, mantıkça düzenlenmiş düşünme kımıldanışlarından çok, duygusal bir iklimde, tutkular, dilekler, özlemler, yermeler, övmeler doğrultusunda düşünür Nietzsche. Düşüncelerini yaşantılarından devşirir: Yaşamasının olanca iniş-çıkışı, acı alınyazısı, son on biri akıl hastalığıyla geçen 56 yılının sevgileri, dargınlıkları, yurt dışında dolaşmalar, öfkeleri, bedence hastalıkları yansır düşüncelerinde. İşte hem dile getirilişi hem de dile getirdikleri bakımından, Nietzsche'nin düşüncelerini toptan özetlemek boşuna bir uğraştır, saçmadır. Ondan, Nietzsche'nin yaratma dünyasına bölük bölük sokulmak, yavaş bir inceleme temposu izleyerek, Nietzsche'yi her kez ayrımları gözden yitirmeksizin derinliğine kavramayı denemek gerekir.

Bir de şunu diyeceğim. Nietzsche'nin felsefesi uzun bir gelişme gösterir. Aynı kalmayış, sürekli bir değişme, hep başka oluş bu felsefenin yasasıdır. Çatışmalar, gerilimler, karşıtlıklar yönünden pek zengindir bu felsefe. İşte bundan tümü kavramak, hele bu tümü sözüm ona düzenleyerek bir çerçevede kapamak yanlıştır. Nietzsche'nin felsefesini yalınlaştırmak, bu kendine özgün felsefeyi bozar, çarpıtır. Bunun için Nietzsche'deki gerilimleri yumuşatmaya kalkışmayacağım burada. Ancak, Nietzsche'deki gelişmeye yakından bakıldığında, bunun, tutarsızlıkların ötesinde bir gelişme olduğu yadsınamaz. Nietzsche çelişmeli bir kafa değildir: şimdi doğru diye öne sürdüğünü, azıcık sonra yanlış diye öne sürmez.

Düşüncelerindeki gelişme araştırma çabasındaki uzanıştan ötürüdür. Demek ki, Nietzsche'yi anlamak, bu uzanışı gizli kımıldanışlarıyla yakalamayı koşul tutar. Böylesine bir anlamayı, genel izlenimlere göre değil, Nietzsche'deki bin bir ayrımın hakkını vererek gerçekleştirmek gerekir.
Benim şimdi burada yapacağım, sözünü ettiğim bu sınırlı programı, bu programla bağdaştığını umduğum bir yöntemle uygulamaktır. Daha baştan şunu da belirteyim: Nietzsche'nin yaşama görüşlerini ille de benimsetmek amacını gütmüyorum. Nietzsche'nin sözcüsü değilim çünkü. Nietzsche'nin yaşama görüşlerinin hepsine katılmıyorum ki. (Yeri geldiğinde bunların hangi görüşler olduğunu söyleyeceğim.) Amacım, Nietzsche'nin yaşama felsefesini elden geldiğince doğru anlamak. Bundan, zaman zaman Nietzsche'yi, asıl Nietzsche'yi, özellikle yanlış anlaşıldığı yerlerde savunmak zorundayım. Kuşku yok ki biz Yirminci Yüzyılımızda, bir bakıma Nietzsche'nin yarattığı bir havada, bir kültür havasında yaşıyoruz. Kendi zamanına "aykırı" olan Nietzsche bizimle kafadaş. O, gelecek için yazmıştı. İşte Nietzsche'nin geleceği bizim bugünümüz. Nietzsche bizimle çağdaş.

"Yapıtımın zamanı var - hem ben çağımın kendi ödevi diye çözmek zorunda olduğu şeyle hiç mi hiç karıştırılmak istemiyorum. Benimle yapılanın ne olduğunu görebilmek için, ancak elli yıl sona belki birkaç kişi gözünü açabilecek ama şimdi doğrunun pek çok gerisinde kalmaksızın halk önünde benden söz açmak ('perspektif' yasaları uyarınca) yalnız zor değil, büsbütün olanaksız bir şey de": 1884 yılının mayısında böyle yazmıştı Nietzsche Venedik’ten  yazdığı tamı tamına çıktı. (Gerçekten de, Nietzsche'yi çağdaşımız kılmada büyük emeği geçen C. G. Jung, Jaspers ve Heidegger gibi düşünürler ilk çalışmalarını 1935/36 yıllarında kaleme almışlardır.) İkinci Dünya Savaşından hemen sonra sözün her anlamında hızla moda olmaya başlayan "varoluşçu" ("existentialiste") felsefelerin nerdeyse hepsi Nietzsche'yi önder alır kendine. Nietzsche'nin geniş ve derin etkisini birkaç on yıl önce bazı totaliter devlet yöneticileri bile sömürmeye kalkışmıştır. Bu arada her yanda sık sık yanlış anlaşıldı Nietzsche. Suç -suçsa bu- biraz da kendisinin ya: çetin bir felsefe yazarı ne de olsa. Zerdüşt'ünün, en çok sarıldığı düşüncelerine aracılık eden bu felsefe kahramanının bir dans türküsünde söyledikleri Nietzsche'nin tümüyle düşünce dünyası için geçmekte: "Kesinlikle bir ormanım ben, karanlık ağaçlardan bir gece..." Yalnız, Zerdüşt başka bir şey de ekliyor bu sözlerine: "... Ama kim benim karanlığımdan korkmazsa, o, servilerimin altında süren güller de bulur" (75, s. 116). İşte bu güllerin olduğu yerleri bir bir bakışa açmak istiyorum şimdi.[*]

3
İlkin Nietzsche'nin "yaşama" ile ilgi bir temel görüşünü belirtmeliyiz. Yaşama deyince Nietzsche, sözün her bildiriminde insanın, tek tek insanların, bizim her birimizin, hepimizin, insanlığın yaşamasını anlar. Bu bir temel görüştür, çünkü baştan sona Nietzsche hep bu görüşe bağlı kalmıştır; bu görüş yaşamaya ilişkin bütün görüşlerini taşır. Ona göre, sözün tam anlamında yaşayan, bir yaşaması olan, "yaşıyor" diyebileceğimiz biricik varlık insandır. Yaşama insanın özelliğidir. Yaşama ile insan aynı şeydir. İnsanın var olması yaşamasıdır. ("Varoluş", "yaşam", "insan yaşaması" -"Dasein", "Leben", "Menschenleben" - sözleri anlamdaştır Nietzsche'de; birini öbürünün yerine kullanmak anlamca bir şeyi değiştirmez.)

Nietzsche yaşama sözünü insandan başka varlıklar için, canlılar için de kullanır. Ancak, bunu yaptığında yaşamanın neye ilişkin olduğunu, sözgelimi hayvanların, ya da organizmaların yaşamasından söz açmakta olduğunu ayrıca belirtir.
Nietzsche'nin bu tutumunu hiçbirimiz yadırgamayız bugün. Bu tutum kendiliğinden anlaşılır bir şeymiş gibi gelir bize. Yaşama deyince, biz de ilkin temel olarak canlıları değil, birer birey olarak kendimizi düşünürüz. Ama şaşılacak bir yönü var bu düşünüşün. Aslında bu, çokça Nietzsche'nin sağladığı bir düşünme alışkanlığıdır bize. Oldum olası "yaşama" kavramı ile önce canlılar, sonra da bir canlı türü olan, canlı dünyasının bir bölgeciği olan insan anlaşılırdı. İnsan yaşaması gerçi eskiden beri ozanların, biyografların, hekimlerin uğraşısıydı. Ama bilim ve edebiyatın ötesine geçip kavram anlamlarını felsefece temellendirmeye kalkışınca, genellikle canlının yaşaması, canlı açısından yaşama düşünmenin ağırlığı yapılıyordu. İşte buradaki büyük devrim (bu gerçekten bir düşünme devrimidir) Nietzsche'nin başarısı. Çekinmeden söyleyebiliriz: bir yaşaması olduğunu, bu apaçık olayı, Batı insanı Nietzsche ile bulup ortaya çıkarmıştır. Böylece yaşama kavramı belirgin bir boyut kazanmış olur. Bir yönüyle Nietzsche'den gelen bir Alman düşünürünün, M. Scheler'in yerinde bir deyişiyle, Nietzsche yaşama sözüne bir "altın parıltısı" getirmiştir (Vom Umsturz der Werte, ["Değerlerin Devrilmesi"), s. 314). Bu anlamıyla "yaşama" kuramda da uygulamada da çağımızın baş sözlerinden biri olmuştur.

4
Yaşama sözcüğünde dile gelen olayların bir özelliği, yaşamanın, Nietzsche'ye göre, somut bir olay olmasıdır. Bu da besbelli. İnsan yaşaması, insana bildik, en bildik, elle tutulabilen, "işte bu" diye gösterilebilen bir var-oluştur. Genellikle 'canlı-olma'dan bazı niteliklerin soyutlanmasıyla elde edilmez. İnsan yaşaması başlı başına bir büyüklüktür, doğrudan doğruya verilir, başka hiçbir şeye, örneğin canlı olmaya indirgenemez. Bunun en belirgin tanıklarından biri, Nietzsche'nin sık sık yaşama ile konuşmasıdır. Yaşamaya bir kişiymiş gibi bakar Nietzsche; Zerdüşt bir yerde şöyle seslenir yaşamaya: "Geçende gözlerine baktım, ey Yaşama" (75, s. 116). Bu seslenişi salt ozanca bir coşkuyla açıklamak Nietzsche'nin tutumunu zedeler sanıyorum. Zerdüşt’ün yaşamayla konuşmasını, yaşamanın kendisini bir tasarım, bir "idea", soyut bir kavram diye tanımaya karşı protesto olarak yorumlamak gerekir. Yoksa, Nietzsche'nin asıl yapmak istediğini anlayamayız. İşte yaşamanın bu somut oluşu geleneksel düşünüşün karşısına bir yenilik olarak çıkar.

Ama yaşamayı somut bir varlık olarak belirlemekle Nietzsche, yaşama olaylarını yalınlaştırmaya, tekdüzeleştirmeye, daraltmaya kalkışmaz hiçbir zaman. Tam tersine, asıl somut olanı soyutlamalara geri götürmek, o şeyin gerçekteki varlığını kısmaktır. Somut yaşama, Nietzsche'ye göre, başı sonu olmayan, dibine inilemeyen, her bakımdan çokçu ve sınırsız, karmaşık ve uçsuz bucaksız bir olaylar tümü, bir değişiklikler panayırıdır. Yaşamanın gözlerine baktığında Zerdüşt: "Pek derin olana batmışım gibi geldi bana" der. Nietzsche sık sık "yaşama sürecinden" ("Lebensprozess"ten), "yaşamadaki evrelerden" ("Lebensperioden" dan) söz eder. Yaşamadaki değişişler özüne ilişkindir yaşamanın. Yaşamaya kaskatı, olmuş bitmiş, kesinlikle sınırlanmış, çerçevesi çizilmiş bir yapı gözüyle bakan filozoflar yanılıyorlar Nietzsche'ye göre. Yaşamaya mantık adına "değişmez" damgasını vurmak, yaşamayı bir "kendinden şey" (bir "Ding an sich") yapma isteğinden ileri gelir. Ama bu yaşama gerçekliğine aykırı düşer. Aslında yaşama "'yavaş yavaş oluşmuştur, hatta hep bir oluşma içindedir" (72, 1, s. 29); bu oluşmada yaşamanın sonsuz olanakları kendini gösterir. Yaşama inişleri çıkışları, yükselme ve düşüşleri olan, birbirinden ötede basamakları, çağları olan bir gelişmedir. Çocukluğundan beri beslendiği musikiden aldığı bir benzetmeyle Nietzsche, bir özdeyişinde yaşamayı şöyle açıklar: "Yaşama pek büyük bir önem ve değeri olan az rastlanır tek tek anlar ile, olsa olsa o anlara ilişkin gölge hayallerin dolayımızda titreştiği sayısız tek tek aradan (interval'lerden) meydana gelir" (72, I, s. 329).

İşte böyle bir yaşama oluşumu çeşitliliklerin barınağıdır. Bu bakımdan yaşamanın tüm görünüşü bolluktur; yoksulluğu dışta bırakır. Her şeyden önce, bu, kapsadığı karşıtlıklardan ileri gelir. Gerçi yaşama acı, sıkıntı, darlık ve engellerle örülmüştür. Ama yaşamanın yalnız bir yönüdür bu. Öbür yönüyle yaşama bir doymuşluk, bir mutluluk ortamıdır. Yaşamayı belirlemek üzere Nietzsche “tiksinme” ("Überdruss") ve "bataklık" ("Sumpf") sözlerine başvurduğu gibi, hep bu aynı yaşamayı bir "bayram" ("Fest"), bir "haz pınarı" ("Born der Lust") diye de adlandırır. Ne var ki bu karşıt belirlenimler Nietzsche'nin düşünme tutumundaki çelişmeli bir işleyişten çok -Nietzsche'nin gözüyle bakıldığında- yaşamanın gerçekteki yapısında, bu yapının nesnel kuruluşunda temellenir. Şunu da unutmamalı: bu karşıt belirlenimlerden bir tekini saltlaştıramayız; örneğin Nietzsche'nin yaşama anlayışını karamsarlık, ya da iyimserlikle damgalayamayız. Nietzsche aslında bu çeşit damgalamaların ötesindedir. Hiç olmazsa amacı budur. Yorumlamayı denediğim yaşama görüşlerinde, Nietzsche, bin bir yaşama olayını bir kuram ‘izm'inde kırpıp katıca kalıplaştırmaktan çok, gerçekteki durumuyla betimlemeye yönelmiştir. Şurada burada yapıldığı gibi bu yönelişi unutmak, Nietzsche'nin görüşlerini sakatlar.

5
Karmaşık yapısı olan yaşamanın özü nedir? Bu yaşamanın ayrı ayrı görünümlerini bir arada tutan, bunları tüm yaşamada bir araya bağlayan, yaşamayı yaşama kılan baş-nitelik nedir? Düşünme dünyasına şöyle bir göz atıldığında sormadan edemeyeceğimiz bu soruya Nietzsche'nin verdiği karşılık, düşünmesinin kılavuz sözlerinden biri olan "güç istenci" ("Wille zur Macht": kudret iradesi) sözünde dile gelir. Bu söz, Nietzsche' deki bütün yaşama ) görüşlerinin çıkıp anlam kazandığı kaynaktır. Ondan bu sözle, Nietzsche' den sonra değişik bağlamlar içinde kullanıla kullanıla koflaşmaya yüz tutan bu önemli kavramla, Nietzsche'nin ne söylediğini iyice aydınlatmamız gerekiyor şimdi.

Güç istenci, Nietzsche için, yaşamanın kendisidir; yaşamadan, hiçbir yaşamadan ayrılamaz, yaşamayla birlikte gider. Nietzsche bıkmak nedir bilmeden hep bu özelliğin altını çizmiştir: "Nerde canlı bir şey bulduysam, orda güç istençleri de buldum; hizmet edenin istencinde bile efendi olma istenci buldum" (75, s. 124). Böylece Nietzsche açısından bakıldığında, tümüyle canlılar evreni, insan yaşamasının öz belirlenimleriyle bezenir. Efendi olma, üste çıkma, güçlü olma, - bu tüm insana özgü yaşama görünümlerini genellikle canlıya aktarır Nietzsche. Hatta daha ileri gidip baştan aşağı evreni bir güç istenci olarak yorumlamaktan çekinmez. Bölük-pörçük bir yazısında şöyle der nitekim: "Bana göre 'dünya'nın ne olduğunu biliyor musunuz? Si­ze dünyayı aynamda göstereyim mi? Bu dünya: kuvvetten bir dev, başsız, sonsuz, sağlam, tunçtan bir kuvvet büyüklüğüdür..." (78, s. 696). "Kuvvet ve kuvvet dalgalarının oyunu": işte insan yaşaması, işte canlının alanı, işte dünya. Acaba -cansızıyla birlikte--- tüm evren güç istenci ile aynı şey midir? Güç istencini işin içine katmamamız gereken varlık bölgeleri yok mu? İnsan için geçtiği öne sürülen bir belirlenimi, insan yaşamalarının ötesine de yaymak doğru mu? Bu soruları deşmiyorum burada. Şunu söylemekle yetineceğim: Nietzsche gibi keskin bir düşünürün, zaman zaman kendini eleştirerek düşünen bir doğrucunun, doğruluğuna her inandığı görüşü, yaşantısıyla denetleyemeyeceği bölgelere öyle kolay kolay yaymayacağını gözden yitirmemeliyiz. Bana kalırsa, Nietzsche'nin görünüşteki aşırılığında, asıl savını, bu savdaki yeniliği benimsetme dileğini aramalıyız. Güç istenci deyimiyle Nietzsche'nin bulup ortaya çıkardığı gerçek, ancak bu buluştaki yenilik belirtildiğinde açıklanabilir.

Hem çağının hem de boydan boya Batı düşünme geleneğinin kuralı diyebileceğimiz bir yaşama yorumuna amansız bir karşı koyuş, klasikleşmiş bir inanışı sarsma, bu sarsılan inanışın yerine doğru bir bilgiyi kökleştirme çabası özetlenmiştir Nietzsche'nin güç istenci deyiminde. Nietzsche'ye göre: biryandan klasik felsefe, öte yandan da modern bilim, fizik ve biyoloji bilimleri var olmaya, yaşamaya ilişkin bir temel sanının sözcülüğünü eder elbirliğiyle. Bu sanı uyarınca canlının baş erdemi özünü korumaktır, düpedüz var olmayı istemektir, canlı kalmaktır. Öz korunumu ("Selbsterhaltung") en aşağı organizmadan insana değin her canlının içgüdüsüdür. Canlıda ne varsa hep bu öz-korunumunun türlü türlü dışlaşmasıdır, öz-korunumu içindir. Organizma olanca gücünü, yaşamasının sürüp gitmesinde yoğunlaştırır. Öz-korunumsuz bir canlı tasarlanamaz. Yaşamayı kendisi kılan daha başka bir ilke de yoktur. Nietzsche'nin yerici bir sözüyle öz-korunumu klasik düşünüşün "dogma"sıdır.

Nietzsche’nin bu savları tarih gerçekliğine oldukça uyuyor. Klasik felsefenin ünlü kafaları, bu arada Nietzsche'nin örnek diye andığı Spinoza ile Spencer, öz-korunumunu felsefelerinin ana kavramı yapmışlardır. Her ikisi de yaşamayı öz-korunumu ile tanımlar. Bilimlere gelince, Nietzsche'nin içinde düşünüp yarattığı çağın en yetkili bilim adamları, özellikle büyük etkili doğa araştırıcısı Darwin öz-korunumu kavramını bilimin kilit taşı yapmıştır. Darwin'e göre, hangi türden olursa olsun canlının var olması çevresine uymaya, dolayındaki yaşama koşulları altında ezilmemeye, bu koşulları varoluşu ayakta tutmak için kullanmaya dayanır. Canlı, arada pek bir ayırma gözetmediğine göre, insan, varlığının sürümü için didinip durur; zorunludur bu: varoluşun yasası "yaşama kavgası"dır ("struggle for life"). Yaşayan yaşadıkça kendi yaşamasından başka bir şey istemez; atılışlar düpedüz yaşamak içindir; yaşamak bir içgüdüdür: doğadaki engelleri yendi mi atılışı durur bu içgüdünün.

İşte bütün bu görüşler, Nietzsche'ye göre baştan aşağı yanlıştır. Hiçbiri doğru bir gözleme, sağlam bir yaşantıya, tam bir nesne saygısına dayanmaz. Kimi (Spinoza' da olduğu gibi) zararsız-tutkusuz, kımıldanışı sevmeyen, dünyadan el etek çekmiş, ancak böyle yaşayabilen bir "veremlinin" yaşama duygusunu dile getirir (74, s. 247, 66; 76, s. 35 v.ö.). Kimi (Spencer'de olduğu gibi) miskin, ülküsüz, aktarca bir gönlün dışlaşmasıdır (78, s. 260, 633). Kimi de (Darwin'de olduğu gibi) yanlış saplantılar dolu, tek yanlı, yaşamanın asıl özelliğini unutan, gerçekliği iri varsayımlara kurban eden, gerçekleştirilebilecek güçlerin en azıyla yaşamayı öğütlediği için "aptallığın en çoğuyla" yoğrulan, bunun için de yaşamanın özüne kör olan bir bakışın ürünüdür (76, s. 21, 83, 159). Spinoza'nın yaşama. anlayışını eleştirirken bir yerde şöyle diyor Nietzsche: "Spinoza'nın 'öz korunumu' üzerindeki tümcesi aslında değişmeye bir durma getirecekti: ama tümce yanlıştır, doğru olan tersidir" (78, s. 465). Spencer ise yaşamayı "dış koşullara içten uyma" diye tanımlamakla "yaşamanın özüne hakkını veremez" (76, s. 311). Darwin' e gelince: "Dış koşulların etkisine Darwin' de saçmalık derecesinde çok değer verilir: yaşama sürecinin en önemli yönü ise pek büyük ölçüde biçimlendiren, içten biçimler yaratan güçtür; bu güç, dış koşulları tüketinceye dek kullanır, onları sömürür" (78, s. 435). Bırakın ki, Nietzsche'nin gözünde" 'Var olma kavgası' - bu bir ayrıklık durumunu gösterir. Aslında kural güç için, 'daha çok' için, 'daha iyi' için, 'daha çabuk' için, 'daha sık' için kavgadır" (83, s. 109).

Görüldüğü gibi, "güç istenci" Nietzsche'de öz-korunumuna karşı bir savaş çığlığı olarak ortaya çıkıyor. Ama bu çığlığın başarısı, Nietzsche’ye göre, yıkıcılığında değil yapıcılığındadır; özetlediği gerçek, yaşama bilmecesine sağladığı doğru çözümdür. Sözüne kulak verenlere Zerdüşt'ün ağzından şöyle sesleniyor Nietzsche, "var olmayan bir şey var olmayı istemez; var olan bireye gelince, bu da nasıl var olmayı isteyebilir! - Yalnız, nerde yaşama varsa orda güç istenci de var: yaşama istemi değil ama -sana öğrettiğim şu- güç istenci" (76, s. 125). Demek ki düpedüz yaşama, Nietzsche'de hem baş değer hem de son amaç olmaktan çıkıyor; başka bir şey için bir araç oluyor. Giderek bir yerde Nietzsche atak bir varsayımla tek tek yaşamaları genellikle güç istencinin bir görünümü olarak alıyor. Buna göre: "Tek bir durum olarak yaşama... elden geldiğince çok kuvvet duygusuna doğru çabalar; yaşama özce daha çok kuvvete doğru bir çabadır; çaba kuvvet çabasından başka bir şey değildir" (78, s. 467). Yaşamanın kendisi dönüp dolaşıp güce, canlının kendi kuvvetini artırmasına, güç birikimine dayatılıyor böylece. Yaşama daha temeldeki bireyin, serpilip büyüme isteğinin dışlaşması olarak yorumlanıyor. ,Öz-korunumu bir içgüdü olmaktan çıkıp yerini asıl 'içgüdü' olan güç istencine bırakıyor Nietzsche'de. Dediği şu: "Bence yaşamanın kendisi büyüyüp artma için, sürüp gitme için, kuvvetlerin birikmesi için, güç elde etmek için bir içgüdüdür; nerde güç istenci yoksa orda düşme vardır" (77, s.194).

Böylece, yaşamanın baş özelliği olarak güç istenci, yaşamayı, sözün en katkısız anlamında bir eylemlilik, bir etkenlik, bir etkime (aktivite) diye tanıtır. Bununla Nietzsche hem düşünürlerin hem de bilim adamlarının alıcı, edilgin, dıştan etkilenen (passiv) bir olaylar tümü diye bellediği yaşamayı, yepyeni bir açıdan belirliyor. Yaşama artık çevre etkileriyle yoğrulmak, dolaydan biçimlenmek diye kavranmıyor. Tam tersine yaşamanın ağırlığı, dışından kendi içine aktarılıyor. Unutulan özü yaşamaya geri veriliyor. Bundan böyle yaşama kendini ve dışını içten biçimleyen kendi gücüyle ve daha çok güç için var olan bir "canlılık" olarak beliriyor. Böylece: Nietzsche'ye göre yaşamak, özü korumak değil, bu özü aşmaktır. Her şey artık bu öz-aşımına bağlıdır. Yaşamayı başlatıp kımıldatan, yaşayanın hiç durmadan daha kuvvetli, daha güçlü olmayı istemesidir. Bütün yönleriyle yaşama güç istencidir: "Kuvvet biriktirme istemi yaşama olayına, beslenmeye, çoğalmaya, kalıtıma - toplum, devlet, töre ve yetkeye özce ilişkindir" (78, s. 466). Başka türlü denildiğinde: düpedüz organizmadan insan kültürünün en karmaşık yapıtlarına varıncaya dek yaşamaya rastladığımız her yerde güç istenci işbaşındadır Nietzsche'ye göre.

6
Deminden beri Nietzsche'yi izleyerek verdiğim açıklamaların "güç istenci" kavramını tam olarak aydınlatmaya yettiğini söyleyemeyeceğim gene de. Bu, öyle sanıyorum ki, Nietzsche'yi ele alıştan çok, Nietzsche'de "güç istenci" kavramının büründüğü anlam kaypaklığından ileri gelmektedir. Bu kilit kavramıyla ne demek istediğini tek anlamlı çözümlemelerle belirtip sınırlamamıştır Nietzsche. Düşüncelerini sunuştaki öfkeli çatma ve tutku, alaycı ve ozanca davranış "güç istenci" kavramının işlenmesini de sarar. Bundan ötürü Nietzsche'ye yaklaşmadaki belli ilgiler, hatta çıkarlar, türlü türlü nedenlerde kök salan önyargılar, güç istenci deyimini çok kez yanlış anlamaya elverişli bir ortam bulabilir kendine. Zaman zaman böyle olmuştur nitekim. Ben şimdi bu yanlış-anlamalardan yalnız birine ama belki de en önemlisine dokunacağım burada. Böylelikle Nietzsche' deki güç istencinin ne olduğunu biraz daha yakından öğrenebileceğimizi umuyorum.

"Güç istenci" deyince ilk akla gelen şey: her yaşayan varlığın -Nietzsche'ye göre ilkin insanın- durma nedir bilmeden kuvvetlenmesi, hem de her bakımdan kuvvetini artırmaya yönelmesi, gücünü çoğaltmaya çabalamasıdır. Bu doğru ise, her canlı canlı azmanı olmaya eğilimlidir yapısı bakımından; devler gibi bir şey olmayı ister. Fizyolojik gücünü, canlılığını, diriliğini artırmak özüdür yaşayanın. İşte bundan her yaşayanın dolayını sömürmesi, bunun için de beden yeteneklerini alabildiğine geliştirmesi yerinde bir davranıştır. Bu arada birlikte yaşayan canlıların meydana getirdiği her canlı öbeğinin (diyelim ki ulusların) kendi büyümeleri uğruna herzeyi yapmaya hakkı vardır. Güç istenci bencillikten başka bir şey değildir. Bu yorumu bazı anlatımlarına dayanarak doğrudan doğruya Nietzsche'ye dayatabiliriz. Örneğin, bir yerde Nietzsche şöyle diyor: "Öz-korunumunu organik varlığın baş güdüsü olarak belirtirlerken fizyologların iyice düşünüp taşınması gerekirdi: Canlı bir varlık her şeyden önce kuvvetlerini dışına taşırmak ister - yaşamanın kendisi güç istencidir" (78, s. 436). Başka bir bağlamda da Nietzsche'nin öne sürdüğü şu: "Yaşamanın kendisi dayanışma diye bir şey tanımaz, organizmanın sağlam parçaları ile soysuzlaşmış parçalarına 'eşit hak' tanımaz: bu sonuncuları kesip atmak gerekir - yoksa büsbütün göçüp gider" (78, s. 494). Böylesine fizyolojik, biyolojik kabalıkların yanısıra ilk bakışta ahlakça kötülükleri de öğütleyen bazı görüşlere rastlanır Nietzsche' de: "Aslında yaşama, yabancı olanla daha zayıf olanı zorla ele geçirmek, boyunduruk altına almaktır" (76, s. 199)... "Yaşama ana görevleriyle yaralayıcı, sömürücü, yok edicidir" (76, s. 308). Bunlara politik zorbalıkları da ekliyormuş gibi gelir bazen Nietzsche: "Savaştan vazgeçen, büyük yaşamadan vazgeçmiştir" (76, s. 308).
Gelgelelim bütün bu tekyönlü tutamaklara bakıp, güç istencinden, Nietzsche'nin: fizik alanda, bedence kuvvetli olmayı; hiçbir kural ve engel tanımadan başıboş, bencil bir serpilmeyi; ister kişisel isterse de toplumsal olsun biyolojik bir irileşip yaygınlaşmayı; kısaca yutuculuğu, eziciliği, haksızlığı, yıkıcılığı anlayıp övdüğünü çıkaramayız. Çıkardığımızda, Nietzsche’yi ya üstünkörü ya da güdümlü anlamışızdır. Böylesine tutumlar da çarpıtır baştan aşağı Nietzsche'nin yaşama felsefesini. Nietzsche'yi önyargısızca, derinliğine okuduğumuzda biraz önce aktarılan parçalar ile onlarla akraba aforizmaların, aslında, savunur göründüğünden bambaşka bir düşünceyi öne sürdüğünü öğrenmekte gecikmeyiz. Ayrıca, bu parçaların karşısında, güç istemi ile Nietzsche'nin neyi belirtmek istediğini apaçık sunan parçalara da rastlarız. İşte bunları yapıca özellikleriyle günışığına çıkarmak, Nietzsche'nin güç istenci kavramı ile neyi düşündüğünü göz önüne serecektir.
Bakın bir yerde, "Yaşamak ne demektir" başlığını taşıyan bir aforizmada nasıl konuşuyor Nietzsche: "Yaşamak - bu şu dernek: Ölmek isteyen bir şeyi hiç durmadan kendinden atmak; yaşamak - bu şu demek: kendimize, ama yalnız kendimize değil, çelimsiz ve yaşlı olan her şeye karşı kıyıcı ve katı yürekli davranmaktır. Yaşamak - bu şu dernek: ölmekte olana, düşküne, yaşlıya acımak mı? Hep cana kıymak mı? Ne dediydi ama yaşlı Musa: Öldürmeyeceksin!'" (74, s. 60). Bu parçanın gidişinden, bildirme tümcelerinin, savların birdenbire soru tümceleri, kuşku durakları oluvermesinden de anlaşıldığı gibi, güç istenci kavramında Nietzsche düpedüz bir kuvvetlenmeyi tasarlamıyor. Yapılının tümü, iç kımıldanışı ele alındığında: Nietzsche güç istencinden yaşayan varlığın, insanın kendi isteğiyle yaşamasına sağladığı belli bir yaşama biçimini, belli bir yaşama biçemini göz önünde bulunduruyor hep. Anlatımlarındaki aşırılıklar, sözlerindeki şaşırtmalar, deyimlerindeki kaypaklıklar, bir bakıma, bu belli biçemin özelliğine keskinlik kazandırmak içindir kanısındayım. Bu biçemde, Nietzsche'nin inancı gereğince, yaşamanın disiplinli olması, insanın salt kendi emeğiyle, kendi gücü ile yaşamasına, doğanın verdiği düpedüz canlı oluştan daha fazla, daha üstün, daha yüksek bir değer ve anlam katmasıdır. Ama, disiplin ("Zucht") sıkı-düzen ("Züchtung") doğanın bağışladığı yaşama içgüdüsünü, bundan üreyen çeşitli kuvvetleri, belli bir amaç uğrunda düzenlemek, bir araya getirmek, örgütlemekle olur. Bu arada, tutkuları, kaba kuvvetleri, serpilmelerine yardım etmek şöyle dursun, çelimsiz kılmak, bir deyime dağlamak, ama bunu belli birtakım değerlerin gerçekleşmesi için yapmak gerekir. İşte bunun için, insan durmadan gücünü kuvvetini artırmalıdır. Güç istenci, böylece, yaşamaya çekidüzen veren kaynaktır. Güç istenci kolay yaşamanın değil, zor yaşamanın dürtüsüdür. Çünkü Nietzsche'ye göre: "Yaşamayı elden geldiği kadar rahat ve kolay düzenlemek olmaz, sertçe düzenlemeli" (82, s. 88). Kısaca: ancak kendine sert davranan kuvvetlidir. Yaşamanın kendisi de özce böylesine bir kuvvetlenmeyi, böyle bir güç artırımını istemektir.

Bu yorum uyarınca güç istenci insandaki doğal-kaba eğilimlere karşı bir savaş olarak çıkıyor. Gerçekten de, Nietzsche'nin bir sözüyle güç istenci, canlıdaki kımıldanışları "oluruna bırakmanın", “laisser aller”nin hiçe sayılması demektir (78, s. 89). Güç istenci, yaşayanın süklüm-püklüm varoluşuna bir atılış uyartısıdır: "Yaşama yayladan yaylaya yükselme olmalı" (82, s. 181). Güç istencinin yaşayanda kök salması, yaşayandaki yüce yönün ağır bastığını gösterir; bir başıbozukluktan çok disiplin yengisidir. Aşağı bir isteğin tutsağı olmamak, kalp değerlerin çekimine kapılmamak, miskince bir yaşayıştan sıyrılıp çıkmak güç istencinin başarısıdır. Bu açıdan bakıldığında "güç biriktirmek", "sömürmek", "çelimsizi 'ezmek", "amansız yaşamak", "efendi olmak" gibi Nietzsche'nin sık sık kullandığı birçok kavramın biyolojik, toplumsal ve politik bir öğretiye sözcülük etmediği apaçık beliriyor. Bu apaçıklıkta güç istenci: insanın kendisine söz geçirmesi, insanlığını gerçekleştirmesi, kendindeki kaba uzanışların önünü kesip içten gelen bir ahlak kuvveti ve kültür yaratıcılığı ile tepeden tırnağa yoğurmasıdır. Bundan ötürü, Nietzsche güç istenci sözünü hep "kendini yenme" ("Selbstbeherrschung"), "kendini aşma" ("Selbstüberwindung") sözleriyle aynı anlamlarda kullanır. Kendini yenme ise, bencilliğin, özünü sevmenin tam karşıtı bireydir. Çünkü kendini sevme bir hastalık, bir uşaklık, bir eksikliktir. Sözü edilen hastalık, yaşama duygusundaki bencilliğin, gerekli sınırların ötesine atlayıp hastalıklı bir durum alması: uşaklık isteklerin, kaba saba hoşlanmaların, biyolojik ve fizyolojik içgüdülerin egemenlik kurması; eksiklik de isteme gücünün azalmasıdır.

Böylece Nietzsche'ye göre güç istenci bir erdem oluyor: "Nerde ne biçimde olursa olsun güç istencinin alçaldığı yerde bir düşüklük, bir: decadence' da vardır" (77, s. 208). Düşkün kişi bulduğu ile yetinen, tek yaşasın da daha fazlasını istemeyen kimsedir. Böyleleri, Nietzsche'nin bir çatma sözüyle "yaşamaya ihanet ederler". Böyleleri, hep kendi suçları yüzünden yaşamayı kolayından alır. Oysa, öz-korunumundan ötürü değil, güç istencinden ötürü "yaşamak tehlike içinde olmaktır genellikle" (71, s. 225). İşte güç istenci yaşamayı tehlikeli bir serüven yapar, ama bu yaptığı oranda da yaşamayı değerli kılar. Çünkü Nietzsche'ye göre, insan için salt yaşayıp gitmenin, doğal, bitkisel, biyolojik bir var olmanın hiçbir değeri yoktur: olsa bile pek sınırlıdır bu yaşama, insana yakışmaktan uzaktır da, böyle bir varoluş insan için saçmanın tüm kendisidir. İnsan tüm varoluşunu güç istencine borçludur. Güç istenci olmasa basbayağı bir canlıdan ayrılığı kalmaz insanın. İnsanı İnsan yapan, hayvanların üstüne çıkaran, yaşayışında güç istencinin yürürlükte olmasıdır. İnsan-olmanın, düpedüz doğaca bağışlanmayan bu eşsiz başarının ölçüsünü başka yerlerde aramak boşunadır.

7
Nietzsche'nin güç istenci kavramına ilişkin aydınlatma çabaları, en güzel kılığıyla yine Nietzsche'nin "büyük adam" anlayışında özetlenmiştir. Nietzsche'ye göre büyük adam "kuvvetli" adamdır - sözün yüce anlamında. Enerjisini kendi istemiyle artıraraktan her bakımdan sağlam bir yaşamanın hizmetine sokmuş olan kimsedir. Güç istencini şaşmaz bir buyruk yapar kendine. Gücüyle kendisini, çevresini, başkalarını biçimler. İnsanların en sorumlusudur. Miskin güdülerden bağımsız, yüce gönüllü, kendine güvenen, bu güveni de boşa çıkarmayan insandır. Kaba hoşlanmalara, pek sıradan değerlere karşı savaşlar kazanmış; "büyük yaşamayı" somutlaştırmıştır. Sözün salt anlamında ahlaklı, sağlam ve yaratıcıdır. Bütün üstünlükleri toplar kendinde. İnsan türünün amacıdır. Bunun için kutsaldır. Adım başında bir rastlanmıyorsa, bu, var olma olanaksızlığından değil, olsa olsa, öz-korunumu güdüsü yüzünden, yine bu güdünün yönettiği yanlış ve sakat bir toplum düzeni yüzünden, güç istencinin gölgede kalmasından ileri gelir.

Nietzsche'nin bir simgesiyle Zerdüşt'tür büyük adam. Geçmekte olan "iyi" ile "kötü"nün ötesindedir bu Nietzsche'nin Zerdüşt'ü. İnsanların en yüce yararını sağlayacak olan iyi ile kötüyü kendi üstün yaşama duygusundan çekip çıkarır Zerdüşt, bu "Üstinsan" ("Übermencsh"). Üstün bir yaşamanın sözcüsüdür. En çok dünyaya bağlıdır, bu dünyadaki "efendice" bir yaşayışa bütün varlığıyla "evet" der. Zerdüşt düşük yaşamanın bir hayır-deyicisi ("Nein-sager"i) olduğu kadar, güç istenciyle yoğrulan yaşamanın da evet-deyicisidir ("Ja-sager"). Tehlikelerine karşılık, hep böylecene kalsa da yürekten bağlıdır bu yaşamaya Nietzsche. Bir yerde başvurduğu Latince bir anlatımla "Başkasına değil de bu yaşamaya hep" bütün sevgisiyle sarılmıştır Zerdüşt: "Non alia sed haec vita sempiterna" (83, s. 476). Gerçekte kısa da sürse -miskince olup uzun sürmektense- en içten teşekkürle bağlıdır Zerdüşt güç istencinin ürünü olan "efendice" yaşamaya.

8
Öyle sanıyorum ki durum açık: güç istenci Nietzsche'nin zengin duyma ve düşünme dünyasında baş yeri kaplıyor. Onun için bu dünyanın her görünümüyle içten bir ilişiği var. Nietzsche' deki hangi konuya eğilirsek eğilelim bu kavramı, en ince ayırımlarıyla işin içine karıştırmak zorundayız. Örneğin, Nietzsche'nin metafiziği, teolojisi, bilgi öğretisi, tarih değerlemesi, psikolojisi, ahlak yorumu, kültür tutumu, eğitim görüşü, devlet anlayışı, dönüp dolaşıp hep güç istenci kavramıyla anlamlı bir boyut kazanır.

Sözgelişi, en kestirmeden denildiğinde: Metafiziği: güç istenci diye bireyin varlığını, gerçekliğini kabul etmesine, bu gerçekliğe bağışladığı evrensel yaygınlığa dayanır. Teolojisi: tanrı-tanımazlıktır; ama bu, Kutsal Kitabı başucu kitabı yapmış olan Nietzsche'nin, bu papaz çocuğunun düpedüz günaha düşkünlüğünü değil, güç istencini ön plana koyma, dolayısıyla insanın yapıp ettiklerinde baş sorumlu olarak Tanrıdan çok insanın kendisini görme dileğini açığa vurur; işte Nietzsche’ye göre bu anlamda "Tanrı ölmüştür". Bilgi öğretisi: bilgiyi, güç istencinin gelişimine yardımı dokunan bir gereç, bir alet diye görmesinde temellenir; bu açıdan bakıldığında, "doğru bilgi" güç istencini doyurup artıran bilgidir, "yanlış bilgi" ise bu istenci azaltır. Tarihi de şöyle değerlendirir Nietzsche: insan geçmişini, düpedüz geçmiş merakını gidermek için araştırmak, bu uğurda kılı kırk yarmak boşuna bir uğraşıdır; çalışmalarını "yapıcı" bir tarihte, "anıtlık" ("monumental") bir tarih yazarlığında yoğunlaştırmalıdır tarihçi; geçmişte güç istencinin ön plana çıktığı kişileri ve dönemleri (Nietzsche'ye göre bu arada Napoleon ile Roma Çağını) birer örnek, birer örnek anıtı olarak işlemeli. Psikoloji ise Nietzsche'nin gözünde bilimlerin "kraliçesidir"; çünkü gözlemleriyle insan varlığının gizli bir sürü köşe-bucağını, bu varlığın derinliklerinde başıboş dolaşan örtük enerji yüklerini belirtip bunları güçlü olmanın hizmetine sokma yollarını öğretir. Sosyoloji de aslında: insan teklerini güçlü kılmak için toplumu nasıl düzenlemek gerektiğini devşirdiğimiz bilgi bölgesidir. Ahlak ise: bir değer yaratma yöntemidir; ahlakçı kavramsal, kuramsal bir insan değildir; aslında uygulamalara çevrilmiştir; kendi yüce gönlünden yeni yeni değerler çıkarıp yürürlüğe koyar bunları; çelimsiz bir istemenin ürününe olsa olsa "kötü" adı yaraşır; işte böyle bir ahlakı savunur "köleler": başarılı bir güç istencinin ürünü olan değerlere gelince, "iyidir" bunlar; "efendilere" yakışan da bu değerlerdir. Kültür: güç istencinin gerçekleştirdiği yaşama koşullarının tümüdür: teknik ve sanayinin etkisiyle yığınlaşmanın, ruh gücünden yoksun bir yaşayışın, güç istemine sırt çeviren bir nihilizmin, düşkün bir aşama biçeminin, "decadence"ın önleyicisidir. Eğitim: güç istencini hem beslemeli hem de bu istencin gerektirdiği disiplini sağlayan bir eylem olmalıdır. Devlet ise: insan öbeklerinin güç istenci ilkesine göre örgütlenmesidir; insana en yakışan devlet biçimi efendice değerlere yaşama hakkı vereni ruh disiplinini sağlamlaştıran, gönül aristokrasisini pekiştiren devlet biçimleridir; bu açıdan bakınca, Nietzsche'yi ille de demokrasi düşmanı saymak ne kadar yanlışsa, Nietzsche'yi zorba devlet yöneticilerinin kışkırtıcısı diye bellemek hepten yanlıştır. Bana kalırsa, Nietzsche aslında özel bir humanizmanın temsilcisidir; herkeslerin kolay kolay katlanamayacağı acıların içinden geçerek kendini -bir deyime- adam etmiş olan bir insandır bu temsilci; başkalarına da, gerçek mutlulukları için yardım elini uzatır. İşte bundan, yürürlükte olan değerler düzenini altüst etmeye (değerleri bir "Umwertung" a uğratmaya) hak görür kendinde.

Kısaca, Nietzsche'ye, salt açıklamak üzere basılan birçok izm damgası, sübjektivizm, ateizm, "egzistansiyalizm", pragmatizm, volontarizm, individüalizm gibi türlü türlü izm'ler, her kez sınırlı başarısını, tutarlı Nietzsche'nin dönüp dolaşıp hep güç istenci kavramını düşünmelerine odak yapmış olmasından, her ayrı konudaki düşüncesinin bu kavramla biricik bir özellik kazanmasından ileri gelir.
Bütün bu tutamaklardan çekinmeden şu sonucu çıkaracağım şimdi: Eldeki deneme "güç istenci" kavramını Nietzsche'deki dallı budaklı işlenişiyle gün ışığına ulaştırmaktan uzak. Bu kavramı tam bir açıklığa ulaştırmak için biraz önce şöyle bir dokunduğum çeşitli konuları birer birer ele alıp incelemek gerekir. Benim burada yaptığım ise, güç istenci kavramını, yalnız bir iki yönden, en çok da Nietzsche'nin tüm yaşama anlayışını belli bir aydınlığa ulaştırmak için, belli bir ölçüde deşmekten daha öteye uzanmadı.

9
Denediğim Nietzsche yorumunun, Nietzsche'nin doğrudan doğruya "yaşama felsefesiyle" ilgili bazı kesin belirlenimlere yol açmaktan geri kalmadığını öne süreceğim burada. En önemlileriyle özetlendiğinde şunlar sözünü ettiğim belirlenimler:
Önce: Nietzsche'nin "yaşama felsefesi" ana kavramları bakımından önde güç istenci olmak üzere, tümüyle Nietzsche'nin "felsefesini" kuşatır. Başlarken bir çalışma varsayımı olarak duyurduğum bu durumun açıkça belirdiğini sanıyorum şimdi.
Bir de şu var: bu "yaşama felsefesi" pek çok girdi-çıktısı olan geniş bir yapıdır. Yine başlangıçtaki bir sözle, gerçekten yaygın bir düşünme dünyasıdır.

Şunun da altını çizmeliyiz: bu yaşama felsefesi bir "yaşantı" felsefesidir ("Erlebnisphilosophie"). Başka türlü denildiğinde: Nietzsche'nin yaşama üzerindeki düşünceleri Nietzsche'nin kendi çevresini yaşamasından, kendi gönül kımıldanışları ile içinde yaşadığı çağın genel toplum-kültür havasını değerlendirmesinden, kısaca içli-biyolojik toplumsal bir varlık olarak Nietzsche'nin kendi yaşama duygusundan, soluğundaki biricik özelliklerden çıkıp onları besler.

İşte başlangıçtaki ilk bir dokunuştan sonra, yeri geldikçe belgelerle belirttiğim bu noktayla ilgili bazı soruları da örtbas ederek geçemeyiz burada: Yaşantıya dayanan bir "felsefe" olur mu? Tek tek öznel (sübjektif) yaşantıların "verdikleriyle" nesnel (objektif), yani kesin ve genelgeçer bir bilgi düzeni kurulabilir mi? Yaşamanın her verdiği doğru bilgi midir? Bilme yolu olarak yaşantıya, ulaştırdığı belirlenimlere ne denli bel bağlanabilir? - Bir düşünür olarak tümüyle Nietzsche'ye çevrilmiş olan bu soruların birer ölüm-kalım sorusu olduğu apaçık. Öyle ya, bu sorulara olumsuz bir karşılık, bundan böyle Nietzsche'nin felsefesinden söz açmamıza engel olur; Nietzsche'de yaşamaya ilişkin kesin bilgiler aramaktan alıkoyar bizi. İşte bu soruları bir bakıma karşılıksız bırakacağım ben şimdi. Çünkü felsefede karşılıktan yalnız bir savı öne sürmeyi değil, öne sürüleni temellerine dayatmayı, haklı gösteren kanıtlarıyla ortaya koymayı anlıyorum. Ama burada şimdi böylesine bir işe girişemeyeceğim. Gene de felsefenin bilimler çeşidinden nesnel bir bilgi olmasını koşul tutanlar, Nietzsche'nin yaşantı anlatımlarına, sözün yaygın anlamında, bilgi gözüyle bakamazlar. Böylesine bilgilerin kurucusu olarak güvensizlik baş gösterir Nietzsche'ye karşı. Bu güvensizliği Nietzsche kendisi bile körükler. Ölümünden sonra yayınlanmış olan yazıları arasında şu satırları okuruz nitekim: "Kendime karşı en büyük güvensizliği uyandırmak istiyorum: yalnız yaşanmış şeylerin sözünü ediyorum ben, kafamın içinde olup bitenleri sunmuyorum" (82, s. 384). Gelgelelim bununla Nietzsche köklü bir sanısını -başka bir yerde dediği gibi- "yaşantıdan kalkarak yaklaşmadığımız hiçbir şey için kulağımız yok demektir" (77, s. 337) sanısını dolaylıca pekiştiriyor pekiştirmesine, ama yine de, gerektiğinde, yaşantılarına sert davranmaktan hiç ürkmüyor, hem savlarını hem savlarındaki sonuçları, doğruluğu-yanlışlığı bakımından denetlenebilen bir bilgi niteliğiyle çıkaramıyor görüşlerini karşımıza.

Nesnel-kuramsal bilgiler sağlamıyor diye, bilimsel diyebileceğimiz bir felsefesi yok diye Nietzsche'den yüz çeviremeyiz. Tam tersine: böyle bir felsefesi olmadığı için Nietzsche'ye birçok can alıcı durumlarda başvurmaya eğilimliyizdir. Bu, Nietzsche'nin bir yaşama filozofu olmasından, belli bir anlamıyla felsefeyi bir yaşama sanatı yapmasından ileri gelir. Çünkü genellikle yaşamamıza bir anlam verirken, yaşamamızı değerlendirirken, yaşamamızı biçimlerken Nietzsche'den öğreneceğimiz bazı tutamaklar var. Beğenelim beğenmeyelim belli bir yaşama biçeminin temsilcisidir Nietzsche.

Bu açıdan bakıldığında Nietzsche’nin yaşama felsefesi, kökleri kendi yaşantılarına varan pratik bir kaygıdan beslenir. "Bir öğretiye gereksinme var, öylesine kuvvetli bir öğreti ki, sıkı bir düzen vererek kuvvetliler için kuvvetlendirici, dünyadan yorulmuşlar için de kötürümleyici ve kırıp dökücü olsun" (78, s. 583). İşte Nietzsche olanca tek yanlılığına karşılık, -bunu neden gizlemeli, Nietzsche'ninkinden başka, bazıları için Nietzsche'ninkinden daha verimli yaşama biçemleri de var-, evet, işte Nietzsche olanca tek yanlılığına karşılık, az çok yol açtığı bütün yanlış-anlamalara karşılık, sözü edilen gereksinmeyi gidermede unutulmaz bir başarı gerçekleştirmiştir. Nietzsche insanlardaki uyuşuk eğilimlere korkmadan parmak basmış; karamsar Schopenhauer'inkine karşıt daha-iyici bir tutumla, Dionysos'ça bir dinçliğe dayanarak, bu uyuşuk eğilimleri toptan değiştirmeye kalkışmış bir gözü pektir.

Nietzsche: bir kültür hekimi. Ana çizgileriyle Eski çağın Ispartalılarına yakışan bir yaşama ülküsünden yana bu eşine az rastlanır hekim. Baş ilacı, herkesIere salık verdiği ilaç: hava değişimi bir çeşit. Son eserinde, Ecce homo'sunda ("İşte Adam"ında - "Vorwort": Önsöz) çılgınlığının tuhaf bilgeliğinden aldığı esinlerle o pek sevip saydığı, hep iyiliğine çalıştığı insancıklara, bize, belki de çoğumuza, şöyle sesleniyor: "Yazılarımın havasında soluk alıp vermesini bilenler, bunun bir yükseklikler havası, sağlam bir hava olduğunu bilirler. İnsanın bu hava için yaratılmış olması gerekir, yoksa bu havada üşütmek hiç de küçüğünden bir tehlike değildir".


[*] Nietzsche'den sözü sözüne aktarmalar için Kröner Taschen-Ausgabe ile Crossoktav-Ausgabe'ye başvuruldu. Sayfa bildirenlerden önce gelen Arap sayılan "Taschenausgabe"nin ciltlerini, Roma sayıları da "Grossoktav-Ausgabe"nin ciltlerini göstermektedir. En çok yararlandığım ciltlerin önemli başlıkları şunlar: Unzeitgemaesse Betrachtımgen (71); Mensch/iches Allzumensch/ic­hes (72); Morgenröte (73); Die Fröh/iche Wissenschaft (74); Also sprach Zarathustra (75); Der Wille zur Macht (78); Ienseits vom Cut und Böse (VIII); Zur Cenealogie der Moral (VIII); Die Ceburl der Tragödie (i); Nachlass (82,83, II).

4 Haziran 2007 Pazartesi

Son Soru


Son soru ilk kez 21 Mayıs 2016'da insanlık ışığa henüz yeni adım attığında soruldu. Sorulma nedeni beş dolarlık bir bahisti. Şöyle oldu:


Alexander Adell ve Bertram Lupov, Multivac'ın iki sadık teknisyeniydi. Dev bilgisayarın soğuk, tıkırdayan, ışıkları yanıp sönen yüzünün arkasında ne olduğunu bir insan ne kadar bilebilirse, onlar da o kadarını biliyorlardı. Hiç olmazsa artık tek bir insanın bütününü asla bilemediği devrelerin ve aktarıcıların genel planı hakkında birazcık bilgileri vardı.


Multivac gereken ayarlama ve düzeltmeleri kendi kendine yapıyordu. Böyle de olması gerekiyordu çünkü insan eli ile bu işlemlerin yeterince süratle ve doğrulukla yapılması mümkün değildi. Bu yüzden Adell ve Lupov bu dev üzerinde ancak yüzeysel ve çok kısıtlı çalışmalar yapabiliyorlardı. Verileri ona yüklüyorlar, sorularda gereken değişiklikleri yapıyor ve çıkan yanıtları tercüme ediyorlardı. Onlar ve onlar gibi olanlar Multivac'ın zaferinden pay çıkarma hakkına kesinlikle sahiptiler.


Onlarca yıldır Multivac insanın Ay'a, Mars'a ve Venüs'e gitmesini sağlayan gemileri dizayn etmişti. Bunların ötesine gitmeye yeryüzünün fakir düşmüş kaynakları elvermiyordu. Uzun yolculuklar için çok fazla enerji gerekiyordu. İnsan yeryüzündeki kömür ve uranyumu gittikçe artan bir ustalıkla kullanmıştı ama artık her şey tükenmek üzereydi.


Fakat Multivac yavaş yavaş daha derin ve daha kapsamlı sorunları çözümleyebilecek kadar bilgilendi ve 14 Mayıs 2061'de o ana kadar teori olan gerçek oldu.


Güneşin enerjisi depolandı, dönüştürüldü ve tüm gezegende doğrudan kullanılmaya başlandı. Bütün dünya bitmek üzere olan kömürü yakan, uranyum fizyonunu gerçekleştiren düğmeleri kapatıp Ay ile dünyaya eşit uzaklıkta yeryüzünün çevresinde dönen bir mil çapında küçük bir istasyona bağlandı. Artık tüm yeryüzü güneş enerjisinin görünmez ışınları ile çalışıyordu.


Bu müthiş zaferin kutlamaları yedi gündür sürüyordu ve henüz sona erecek gibi de görünmüyordu. Adell ve Lupov en sonunda kalabalıktan kaçıp onları kimsenin aramayı akıl edemeyeceği bir yere saklanmışlardı. Bu yer Multivac'ın muazzam bedeninin bir kısmının görüldüğü yeraltı bölmelerdi. Bir tatili kesinlikle hak eden Multivac da başında kimse olmadan tembel tıkırtılarla verileri düzene sokuyordu. Teknisyenler bu duruma saygı duydular ve onu rahatsız etmeyi -. başlangıçta- akıllarına getirmediler. Yanlarında bir şişe getirmişlerdi ve bütün istedikleri içkinin eşliğinde birlikte rahatlamaktı.


"Düşünecek olursan, ne kadar şaşırtıcı bir şey" dedi Adell.

Geniş yüzünde yorgunluk çizgileri vardı. Cam bir kamışla yavaş yavaş içkisini karıştırarak bardağın içindeki buz parçalarının hareketini seyrediyordu.

"Sonsuza kadar kullanabileceğimiz bedava enerjiye sahibiz. Örneğin onu yer küreyi eritip kocaman bir katışık demir damlasına dönüştürmekte kullansak, harcanan kısmı devede kulak bile olmaz. Artık sonsuza kadar ihtiyacımız olan enerjiden çok daha fazlasına sahibiz."

Lupov başını yana eğdi. Birisi ile zıtlaşmak istediğinde böyle yapardı. Şimdi de zıtlaşmak istiyordu, kısmen de içki şişesini, buzları ve bardakları o taşımak zorunda kaldığı için. . "Sonsuza kadar değil" dedi.

"Haydi canım, hemen hemen sonsuza kadar. Güneş bitinceye kadar, Bert."

"Bu sonsuza kadar demek değil."

"Pekala öyleyse. Milyarlarca yıl. Yirmi milyar belki. Tatmin oldun mu?"


Lupov parmaklarını seyrekleşmiş olan saçlarının arasından geçirdi ve içkisinden küçük bir yudum aldı.

"Yirmi milyar yıla sonsuzluk denmez."


"Sonuçta insanlar yaşadıkça onlara yetecek değil mi?" "Uranyum ve kömür de yeterdi."


"Tamam ama her bir uzay gemisini Solar İstasyona bağlayabiliriz ve gemiler yakıt kaygısı olmadan Pluto'ya milyon kez gidip gelebilirler örneğin. Ne Uranyum ne de başka bir kaynakla bunu yapamazsın. Bana inanmıyorsan, Multivac'a sor."


"Sormama gerek yok, biliyorum."


"O zaman Multivac'ın bizim için yaptıklarını küçümse-meyi bırak" dedi Adell. Öfkelenmişti. "Müthiş bir iş başardı."


"Başarmadı diyen yok ki. Ben yalnızca güneş sonsuza kadar yetmez diyorum. Bütün söylediğim bu. Yirmi milyon yıl güvendeyiz, tamam, peki sonra?"


Lupov hafifçe titreyen parmağını ona doğru salladı. "Sakın başka bir güneşe geçeriz deme."


Bir süre sessizlik oldu. Adell aralıklarla içkisini yudumladı ve Lupov'un gözleri kapandı. Gevşediler.


Sonra Lupov aniden gözlerini açtı. "Bizim güneşimiz bittiğinde bir başka güneşe geçeceğimizi düşünüyorsun değil mi?"


"Hiçbir şey düşünmüyorum."


"Düşünüyorsun. Sende mantık zafiyeti var. Senin sorunun bu. Aniden sağanağa yakalanan ve ormana koşup bir ağacın altına sığınan bir adam gibisin. Islanmaktan korkmazsın çünkü o ağaç olmazsa daha sık yapraklı başka bir ağacın altına sığınabileceğini düşünürsün."


"Anladım" dedi Adell, "Bağırma. Güneşin sonu geldiğinde öteki yıldızların da sonu gelmiş olacak."


‘Tabii gelmiş olacak’ diye mırıldandı Lupov. "Hepsi orijinal kozmik patlama ile oluştu -o her neyse ve bütün yıldızların zamanı bittiğinde onunki de bitecek. Bazıları diğerlerinden daha çabuk tükenir. En büyükleri yüz milyon yıl bile yaşamaz. Güneş yirmi milyar yaşayacak, cüceler belki yüz milyar, en fazla. Ama bir trilyon yıl sonra her şey karanlık olacak. Entropi (enerji yayılım ve dağılımı; ısının ve öbür enerji biçimlerinin yayılıp yavaş yavaş kaybolması eğilimi. ç.n.) mutlaka maksimuma ulaşır, o kadar."


"Entropinin ne olduğunu biliyorum" dedi Adell gururunun incindiğini belli ederek.


"Bok biliyorsun."


"En azından senin kadar biliyorum."


"Öyleyse her şeyin bir gün tükenmek zorunda olduğunu, biliyorsun."


"Aman tamam, tamam. Bitmez diyen oldu mu?"


"Sen dedin. 'Sonsuza kadar ihtiyacımız olan tüm enerjiye sahibiz' dedin. 'Sonsuza kadar' dedin."


Zıtlaşma sırası Adell'e gelmişti. "Belki bir gün yeni bir yol buluruz" dedi.


"Asla."


"Neden olmasın? Bir gün."


"Asla."


"Multivac'a sor."


"Multivac'a sen sor. Haydi bakalım. Beş dolara bahse giriyorum, olmaz."


Adell bunu deneyecek kadar sarhoş, soruyu gerekli sembollerle soracak ve işlemleri yapacak kadar ayıktı. Soru yaklaşık olarak şöyleydi: İnsanlık bir gün güneş yaşlanıp öldüğünde net enerji kaybı olmaksızın onu yeniden genç haline döndürebilecek mi?

Ya da daha basitleştirip şöyle diyebiliriz: Evrendeki net entropi miktarı çok büyük ölçüde nasıl azaltılabilir?

Işıkların yanıp sönmesi yavaşladı, uzaktan gelen bağlantı devrelerinin tıkırtıları durdu. Multivac öldü.


Sonra, ödü kopmuş teknisyenlerin artık nefeslerini daha fazla tutamayacakları anda birden canlandı, yazıcısı çalışmaya başladı. Çıkan kağıtta şu kelimeler yazılıydı: ANLAMLI BİR YANIT İÇİN YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL.

Sabah olduğunda akşamdan kalma iki arkadaşın kafaları ağrıdan çatlıyordu. Bir gece önceki olayı tümüyle unuttular.




Jerrodd, Jerrodine ve Jerrodette I ve II vizi-ekrandaki yıldızların görüntüsüne bakıyordu. Gemi zamanın olmadığı dış-uzaydan geçişini tamamladı. Yıldız yağmurunun tam ortasında aniden bir parlak mermer disk belirdi.


Jerrodd kendinden emin, "Bu X-23" dedi. Heyecandan sımsıkı arkasında birleştirdiği küçük ellerinin eklemleri bembeyaz olmuştu.


Küçük Jerodettelerin (ikisi de kız) dış-uzay geçidinden ilk geçişleriydi. Bir anlık içerde — dışarıda olma duygusu onları etkilemişti. Kıkırdayarak annelerine koştular. "X-23'e geldik! X-23'e geldik! X-"


"Susun çocuklar" dedi Jerrodine sertçe. "Emin misin Jerrodd?"


Jerrodd "Emin olmayacak ne var?" diye sordu tavanın biraz aşağısındaki şekilsiz metal çıkıntısına bakarak. Çıkıntı oda boyunca uzanıyor, her iki duvarın içinde kayboluyordu. Uzunluğu geminin uzunluğu kadardı.


Jerrodd'un bu kalın metal kablo hakkında bütün bildiği isminin Microvac olduğu ve bir soru sorulduğunda yanıt verdiğiydi. Canınız soru sormak istemediği zamanlarda da yaptığı görevler vardı; Gemiyi önceden belirlenen yere ulaştırmak, çeşitli galaktik enerji istasyonlarından beslenmek, dış-uzay sıçramaları için gerekli hesapları yapmak gibi.


Jerodd ve ailesine gemideki rahat dairelerinde beklemekten başka yapacak bir şey kalmıyordu.


Bir zamanlar birisi Jerodd'a 'Microvac'ın sonundaki 'ac'ın İngilizcede 'analog computer' anlamına geldiğini söylemişti ama bunu bile pek aklında tutamıyordu.

Jeroddine'nin vizi-ekrana bakan gözleri yaşlıydı. "Elimde değil. Dünyadan ayrılmak bana zor geliyor."


"Neden zor olsun canım?" dedi Jerodd. "Orada hiçbir şeyimiz yoktu. X-23'te her şeyimiz olacak. Yalnız olmayacaksın. Öncü göçmen olmayacaksın. Gezegende şimdiden bir milyonun üzerinde insan bulunuyor. Düşünsene, torunlarımızın torunlarının zamanında X-23 o kadar kalabalık olacak ki, yeni dünyalar arayacaklar." Bir süre düşüncelere daldı sonra, "İyi ki bilgisayarlar uzayda yolculuk yapmayı mümkün kıldılar. İnsan ırkı o kadar hızlı çoğalıyor ki."


Jeroddine çok mutsuz, "Biliyorum, biliyorum" dedi.


Jeroddette atıldı, "Bizim Microvac'ımız dünyanın en iyi Microvac'ı."


Jerrodd onun saçlarını okşayarak, "Ben de öyle düşünüyorum" dedi. İnsanın kendi Microvac'ı olması çok hoş bir şeydi. Jerrodd daha erken doğmamış olduğu için memnundu. Babasının gençliğindeki bilgisayarlar inanılmaz büyüklükteydiler. Her gezegende yalnız bir tane bulunurdu. Gezegen AC'si denirdi onlara. Teknolojinin gelişmesi sayesinde transistörlerin yerini moleküler vanalar almıştı. Böylece artık en büyük AC bile bir uzay gemisinin yarısı kadardı.


Kendi özel Microvac'ının güneşi ilk zapt eden o eski ve ilkel multivac'a kıyasla ne kadar gelişmiş olduğunu düşündü ve keyiflendi. Jerrodd'un bilgisayarı dış-uzay sorununu ilk çözen ve böylece yıldızlara yolculuğu mümkün kılan Dünya'nın Gezegen AC'sinden bile çok üstündü.


Kendi düşüncelerine dalan Jerroddine içini çekti, "Ne kadar çok yıldız, ne kadar çok gezegen var. Bana kalırsa aileler bizim şimdi yaptığımız gibi yeni yeni gezegenlere gitmeyi sürdürecek, sonsuza kadar."


"Sonsuza kadar değil" dedi Jerrodd gülümseyerek. "Bir gün bu duracak ama daha milyarlarca yıl sürer. Yıldızların bile sonu gelir biliyorsun. Entropi durmadan artar."


Jerroddette II incecik sesiyle, "Entropi nedir baba?" diye sordu.


"Entropi, tatlım, evrenin ne miktarda bittiğini anlatan bir sözcüktür. Her şey biter, senin küçük yürüyen-konuşan robotun gibi."


"Peki, sen evrene yeni bir güç ünitesi takamaz mısın, robotuma yaptığın gibi?"


"Yıldızların kendileri güç üniteleridir canım. Onlar bir kere bitti mi, yenisi yoktur."


Jerrodett I avaz avaz ağlamaya başladı. "Buna izin verme baba. Yıldızların bitmesine izin verme!"


Jerroddine kızmıştı, "Beğendin mi yaptığını?" diye fısıldadı.


Jerrodd da fısıltıyla, "Korkacağını nereden bilebilirdim?" dedi.


Jerrodette I, "Microvac'a sor" dedi. "Yıldızları yeniden nasıl çalıştıracağını ona sor."


"Haydi, sor" dedi Jerrodine, "o zaman susarlar." (Jerrodette II de ağlamaya başlamıştı.)


Jerrodd çaresizce omuzlarım silkti. "Tamam, güzellerim, tamam. Microvac'a soracağım. O bize söyler. Üzülmeyin."


Microvac'a sordu. 'Yanıtı print et' emrini de ekledi.


Jerrodd çıkan selofilm şeridini eline aldı ve neşeli bir tavırla, "Gördünüz mü, Microvac zamanı gelince her şeyi halledeceğini, merak etmemenizi söylüyor" dedi.


Jerrodine, "Ve şimdi yatma vakti çocuklar" dedi, "Yeni evimize varmamıza çok az kaldı."


Jerrodd selofilmi yok etmeden önce üzerindeki yazıyı dikkatle okudu: ANLAMLI YANIT İÇİN YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL.


Omuzlarını silkti ve vizi-ekrana baktı. X-23'e çok yaklaşmışlardı.


Lamethli VJ-23X Galaksinin üç boyutlu, küçük ölçüt haritasına bakarak, "Acaba bu konuda bu denli kaygılanmakta haklı mıyız?" dedi.


Nicron'lu MQ-17J başını hayır anlamında salladı. "Hiç sanmıyorum. Şu andaki çoğalma hızımızla beş yıl içinde tüm Galaksi dolmuş olacak, biliyorsun."


İkisi de yirmili yaşların başlarındaydı. İkisi de uzun boylu ve kusursuz görünümlüydüler.


"Yine de" dedi VJ-23X, "Galaksi Konseyine karamsar bir rapor verip vermeme konusunda kararsızım. Onları huzursuz etmek istemiyorum."


"Başka türlü bir rapor vermemiz olası değil diye düşünüyorum. Bırak biraz huzursuz olsunlar. Onları huzursuz etmeye mecburuz."


VJ-23X içini çekti. "Uzay sonsuzdur, elimizin altında yüz milyar Galaksi var. Hatta daha bile fazla."


"Yüz milyar sonsuz demek değildir! Gittikçe de daha az sonsuz oluyor! Düşünsene! Yirmi bin yıl önce insanlık yıldızların enerjisini kullanmaya başladı. Birkaç asır sonra da gezegenler arası yolculuk yapmak mümkün oldu. İnsanlığın küçücük bir gezegeni doldurması bir milyon yıl aldı. Galaksinin geri kalanını doldurması ise yalnızca on beş bin yıl! Şimdi nüfus her on yılda bir ikiye katlanıyor"


VJ-23X onun sözünü kesti. "Bunun nedeni artık ölümsüz olmamız tabii."


"Tamam, pekala. Onu da hesaba katmamız gerekiyor ama ölümsüzlüğün tatsız bir yanı da var. Galaktik AC pek çok sorunumuza çözüm buldu ama yaşlanmayı ve ölümü ortadan kaldırmakla daha önceki tüm çözümlerini geçersiz kıldı."


"Yaşamdan vazgeçmek istemezdin değil mi?"


"Tabii istemezdim!" dedi MQ-17J sertçe. Sonra hemen yumuşadı, "Henüz değil. Daha çok gencim. Sen kaç yaşındasın?"


"iki yüz yirmi üç. Sen?"






"Ben henüz iki yüz olmadım. Neyse konuya dönelim.

Nüfus her on yılda bir iki misli oluyor. Galaksimiz dolduğunda bir başka galaksiyi on yıl içinde dolduracağız. Bir on yıl sonra iki tanesini daha, sonraki on yılda dört tanesini. Yüz yıl sonra binlerce galaksiyi doldurmuş olacağız. Bin yıl sonra bir milyon galaksiyi. On bin yılda bilinen evrenin tümünü Sonra ne olacak?"


VJ-23X, "Bir de nakliye sorunu var. Bir galaksi dolusu insanı başka bir galaksiye taşımak için kaç güneş birimi güç gerekir acaba?" dedi.


"Çok iyi düşündün. Daha şimdiden insanlık yıl başına iki güneş birimi güç tüketiyor."


"Çoğu da ziyan oluyor. Yalnız bizim galaksimiz yılda binlerce güneş birimi güç üretiyor ve biz yalnızca iki tanesini kullanıyoruz."


"Haklısın ama yüzde yüz randımanla kullansak bile sonu ertelemekten başka bir şey yapmış olmayız. Enerji gereksinimimiz geometrik dizi ile nüfusumuzdan bile hızlı artıyor. Daha galaksileri bitirmeden enerjiyi tüketmiş olacağız. Çok haklısın. Gerçekten çok haklısın."


"Uzay gazlarından yeni yıldızlar yapmak zorunda kalacağız."


"Ya da har vurup harman savurduğumuz ısımızı kullanarak yaparız bunu" dedi MQ-17J, acı acı alay ederek.


"Entropiyi tersine çevirmenin bir yolu olmalı. Galaktik AC'ye soralım."

VJ-23X bunu söylerken pek ciddi değildi ama MQ-17J cebinden AC bağlantı aletini çıkardı ve masanın üzerine koydu.


"Evet, benim de biraz buna aklım yattı" dedi. "Çünkü bu insanlığın eninde sonunda karşılaşacağı bir sorun."


Küçük AC bağlantısına düşünceli gözlerle baktı. Küçücük bir kutuydu bu. İçinde de hiçbir şey yoktu ama dış-uzay kanalı ile tüm insanlığa hizmet veren büyük Galaktik AC’ ye bağlıydı. Dış-Uzay düşünülürse Galaktik AC'nin bütünleyici bir parçasıydı. MQ ölümsüz yaşamında bir gün gelip Galaktik AC’ yi gözleri ile görüp göremeyeceğini düşünüyordu. AC kendi küçük gezegenindeydi. Eski ilkel moleküler vanaların yerini güç-ışınlarının maddeyi tutan örümcek ağları almıştı. Eterik ötesi çalışmasına karşın Galaktik AC'nin binlerce metre uzunluğunda olduğu biliniyordu.


MQ-17J birden AC bağlantısına sordu, "Entropinin tersine çevrilmesi mümkün mü?" VJ-23X şaşırmıştı.


"Şey, bunu sormanı gerçekten istememiştim" dedi.


"Neden olmasın?"


"Geriye döndürülemeyeceğini ikimiz de biliyoruz. Külleri ve dumanı yeniden bir ağaca dönüştüremezsin."


MQ-17J, "Senin gezegeninde ağaç var mı?" diye sordu.


Galaktik AC'nin sesi konuşmalarını kesti. Masanın üstündeki küçük AC bağlantısından gelen sesi ince ve çok güzeldi. Şöyle dedi: "ANLAMLI BİR YANIT İÇİN YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL."VJ23X, "Gördün mü!" dedi.




İki adam bunun üzerine Galaktik konseye sunacakları rapora döndüler. Birinci Zee yeni Galaksiyi ve içindeki sayısız yıldızları zihinsel olarak, pek ilgi duymadan taradı. Hiçbir yıldızı gözleri ile görmemişti. Acaba görebileceği bir an gelecek miydi? O kadar çok yıldız var ki! Hepsi de insanlarla yüklü. Ama artık bu yük neredeyse ölümcül bir ağırlık haline gelmişti. İnsanların çoğunluğu artık burada, uzay boşluğunda yaşıyordu.


Ama zihinleri, bedenleri değil! İnsan bedenleri çağlardır -gezegenlerde uykudaydı. Arada bir bazı aktiviteler için canlandıkları oluyordu ama bu gittikçe seyrekleşiyordu. Pek az yeni birey hayata geliyor inanılmaz büyüklükteki kalabalığa katılıyordu ama insanlık bunu sorun etmiyordu. Evrende yeni insanlar için artık yer yoktu.


Birinci Zee zihnine başka bir zihnin ipek dokunuşu ile düşüncelerinden sıyrıldı.

"

Ben Birinci Zee" dedi, "Sen?"

"Ben Dee Sub Wun. Galaksin?"

"Biz ona yalnızca Galaksimiz diyoruz. Seninki?"

"Biz de bizimkine öyle diyoruz. Bütün insanlar Galaksiye yalnızca Galaksimiz der. Neden olmasın?"

"Doğru. Zaten bütün Galaksiler birbirinin aynı."

"Hepsi değil. İnsanların ilk ortaya çıktığı bir Galaksi olmalı. Bu onu farklı yapar."

Birinci Zee, "Hangisi bu?" diye sordu.

"Bilemiyorum. Evrensel AC bilir." "Soralım mı ona? Birden merak ettim."


Birinci Zee'nin algılamaları o kadar genişledi ki Galaksiler büzülüp küçüldüler ve çok daha büyük bir arka planın üstüne serpildiler. Zihinleri özgürce uzayda dolaşan ölümsüzlerle yüklü yüzlerce milyar Galaksi. Bir tanesi, çok eski ve belirsiz bir zamanda içinde insan olan tek Galaksiydi.


Birinci Zee o Galaksiyi görmeyi çok merak etti ve seslendi: "Evrensel AC! İnsanlık ilk hangi Galakside var oldu?"


Evrensel AC soruyu duydu, uzaydaki her şeyi duyardı. Alıcıları hep hazır durumdaydı ve her alıcısı dış-uzayın bilinmeyen bir yerinde her şeyden çok uzak ve soğuk AC’ ye her şeyi bildirirdi.


Birinci Zee, düşünceleri Evrensel AC’ yi algılayabilecek mesafeye yaklaşabilmiş yalnızca tek bir insan tanımıştı. O da elli-altmış santim çapında parlak bir küreyi şöyle böyle görür gibi olmuş.


Birinci Zee ona "Ama Evrensel AC o kadarcık bir şey olabilir mi?" diye sormuştu.


"Büyük bölümü Dış-Uzayda" yanıtını almıştı. "Biçimi nasıldır bilemiyorum."


Bunu kimse bilmiyordu çünkü Evrensel AC’ ye insan elinin katkısı olmayalı çok uzun bir süre geçmişti. Her Evrensel AC kendinden sonrakini kendisi dizayn ediyor ve yapıyordu. Her biri milyonlarca yıllık ömrü boyunca kendinden daha üstünü yapmasını sağlayacak verileri topluyordu. Kendi data birikimi ondan sonra gelenin datasının altında depolanıyordu.


Evrensel AC Birinci Zee'nin düşüncelerini böldü. Sözcüklerle değil, rehberlik ederek. Birinci Zee'nin zihni bulanık Galaksiler okyanusuna götürüldü. Galaksilerin bir tanesi büyütüldü ve yıldızları seçildi.


Sonsuz bir mesafeden sonsuz netlikte bir düşünce geldi. "İNSANLIĞIN İLK GALAKSİSİ BUDUR."

Diğer Galaksilerden farklı bir özelliği yoktu, Birinci Zee hayal kırıklığına uğramıştı.


Oraya kadar ona eşlik etmiş olan Dee Sub Wun'un zihni birden sordu, "Ve bu yıldızlardan biri insanlığın ilk gezegeni, öyle mi?"


Evrensel AC, "İNSANLIĞIN İLK YILDIZI NOVA OLDU. O ARTIK BİR BEYAZ CÜCE" dedi.


Birinci Zee şaşırmıştı, düşünmeden sordu, "Üzerindeki insanlar öldüler mi?"


Evrensel AC yanıt verdi: "BÖYLE DURUMLARDA OLDUĞU GİBİ FİZİKSEL BEDENLERİ İÇİN ÖNCEDEN YENİ BİR DÜNYA İNŞA EDİLDİ."


"Ah, tabii" dedi Birinci Zee ama nedense bir yitirmişlik hissi duydu. Zihninde insanlığın ilk Galaksisini salıverdi. Galaksi bulanık mavi noktaların arasında kayboldu. Onu bir daha asla görmek istemiyordu.


Dee Sub Wun, "Ne oldu sana?" dedi.


"Yıldızlar ölüyor. İlk yıldız öldü."


"Hepsi ölür. Ne olmuş?"


"Ama tüm enerji bittiğinde bedenlerimiz de ölecek, onlarla birlikte biz de."


"Buna daha milyarlarca yıl var."


"Milyarlarca yıl sonra bile olsa ben bunun gerçekleşmesini istemiyorum. Evrensel AC! Yıldızların ölmesi nasıl önlenebilir?"


Dee Sub Wun güldü, "Entropinin yönünün nasıl geri çevrilebileceğini soruyorsun."


Ve Evrensel AC yanıt verdi: "ANLAMLI BİR YANIT İÇİN HENÜZ YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL."


Birinci Zee'nin zihni kendi Galaksisine uçtu. Dee Sub Wun'u bir daha düşünmedi. Onun bedeni bir trilyon ışık yılı uzaktaki bir Galakside de olabilirdi, Birinci Zee'nin Galaksisine komşu bir Galakside de. Önemi yoktu.


Birinci Zee canı sıkkın bir halde kendine küçük bir yıldız yapmak üzere gezegenler arası boşluktan hidrojen toplamaya başladı. Yıldızlar bir gün ölecekler ama hiç olmazsa yeni birkaç tane yapılabiliyor.


İnsan kendisi ile birlikte düşündü çünkü İnsan zihinsel açıdan tek bir İnsandı. Trilyonlarca ve trilyonlarca yaşı olmayan bedenden oluşmuştu. Bedenler sessiz ve kandırılamaz yatıyorlardı. Her birine mükemmel ve kandırılamaz makineler bakıyordu. Zihinler ise özgürce birbirlerinin içinde erimiş, farklılıkları kalmamıştı.


İnsan, "Evren ölüyor" dedi.


Sönmekte olan Galaksilere baktı. Müsrif dev yıldızlar çoktan, hatırlanamayacak kadar eski geçmişin en hatırlanamaz bölümünde sönüp yok olmuşlardı.




Yıldızlar arasındaki tozlardan yeni yıldızlar inşa edilmişti. Bazılarını İnsan kendisi yapmıştı ve bunlar da tükeniyordu. Beyaz cüceler muazzam güçler kullanılarak bir araya getirilebilir ve yeni yıldızlar yapılabilirdi ama bir beyaz cüceden tek bir yıldız çıkıyordu ve onlar da bitmek üzereydi.


İnsan, "Kozmik AC'nin dikkatli kullanımı ile Evrenin kalan enerjisi daha milyarlarca yıl yetecek" dedi.


"Yine de" dedi İnsan, "sonunda o da tükenecek. Ne kadar idareli kullanılırsa kullanılsın, enerji bir kere kullanıldı mı yok olur ve bir daha yerine konamaz. Entropi sonsuza kadar maksimuma yükselir."


İnsan sordu, "Entropi geri çevrilebilir mi? Kozmik AC’ ye soralım."


Kozmik AC ile sarılmışlardı ama uzayın içinde değil. Ac'nin en küçük bir parçası bile uzayın içinde değildi. Dış-Uzaydaydı ve ne madde ne de enerji olan bir şeyden yapılmıştı. Yapısı ve boyutları İnsanın anlayabileceği terimlerle ifade edilebilenin çok ötesindeydi.


"Kozmik AC" dedi İnsan, "Kaç tane Entropi geri çevrilebilir?"


Kozmik AC yanıt verdi: "ANLAMLI BİR YANIT İÇİN HENÜZ YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL."


İnsan, "Ek veri topla" dedi.


Kozmik AC, "TOPLAYACAĞIM. YÜZLERCE MİLYAR YILDIR TOPLUYORUM. BENDEN ÖNCEKİLERE BU SORU ÇOK KERELER SORULDU. TÜM VERİLER YETERSİZ KALIYOR."


İnsan sordu, "Verilerin yeterli olacağı bir zaman gelecek mi, yoksa sorun olası tüm koşullarda çözümsüz mü?"


Kozmik AC Yanıt verdi; "OLASI TÜM KOŞULLARDA ÇÖZÜMSÜZ OLAN SORU YOKTUR."


İnsan, "Soruyu yanıtlamak için yeterli verileri ne zaman elde edeceksin?" dedi.


Kozmik AC yanıtladı, "ANLAMLI BİR YANIT İÇİN HENÜZ YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL."


İnsan, "Üzerinde çalışmayı sürdürmeye devam edecek misin?" diye sordu.


Kozmik AC yanıt verdi, "EDECEĞİM."


İnsan, "Bekliyoruz" dedi.


Yıldızlar Ve Galaksiler öldüler ve söndüler. On trilyon yıl kullanıldıktan sonra uzaydaki her şey karanlığa büründü.


İnsan birer birer AC'nin içinde eridi. Fiziksel bedenler zihinsel bireyselliğini kaybetti ama bu bir kayıp değil kazanç oldu.


İnsan'ın son zihni AC’ ye katılmadan önce bir an durdu. İçinde son bir karanlık yıldızın tortusundan başka bir şey görülmeyen uzaya baktı. Bir de inanılamayacak kadar ince bir madde vardı. Niteliği belirsiz ısının kesin sıfıra doğru tükenişinin etkisi ile rasgele hareket ediyordu.




İnsan, "AC, bu son mu?' dedi. "Bu kaos yeniden Evrene dönüştürülebilir mi? Yapılabilir mi bu?"


AC yanıt verdi: "ANLAMLI BİR YANIT İÇİN HENÜZ YETERLİ VERİ MEVCUT DEĞİL."


İnsan'ın son zihni de AC'nin içinde eridi ve var olan yalnız AC kaldı -O da Dış-Uzayda.


Madde ve enerjinin yok oluşu ile birlikte zaman ve mekan da yok oldu. AC bile yalnız son bir soruyu yanıtlamak amacı ile var olmayı sürdürüyordu. O soru ilk kez on trilyon yıl önce yarı sarhoş bir bilgisayar teknisyeni tarafından sorulmuştu. Şimdi -artık şimdi varsa- AC o bilgisayara İnsan'ın o zamanki insana benzediğinden bile daha az benziyordu. Tüm diğer sorular yanıtlanmıştı ama bu son soru yanıtlanmadan AC bilincini salıveremezdi.


Toplanabilecek tüm veriler toplandı, bitti. Artık daha fazlası toplanamazdı.Geriye bir tek toplanan tüm verilerin arasındaki ilişkilerin belirlenmesi ve olası tüm kombinasyonların oluşturulması işi kalmıştı. Bunu yapmaya zaman olmayan bir zaman harcandı.


AC entropinin yönünün nasıl tersine çevrileceğini buldu. Ama bu son sorunun yanıtının bildirileceği kimse yoktu. Zarar yok. -Uygulamalı olarak verilecek olan- Yanıt bunu da halledecekti.


Zamanla ölçülemeyen bir süre boyunca AC bunu en mükemmel biçimde nasıl gerçekleştireceği üzerinde düşündü. Programı özenle organize etti.


AC'nin bilinci -ki bir zamanlar tüm Evrendi- Kaosu ele alıp uzun uzun düşündü. Adım adım yapılması gereken yapılmalıydı.


Ve AC Işığa "OL!" dedi.


Ve Işık oldu.....



İsaac Asimov